Santorini ve Prens’in Adası

 

Riva ŞALHON Köşe Yazısı
3 Ağustos 2011 Çarşamba

Santorini’deydim. Yunan adaları için “Birini gördün mü hepsini gördün sayılır” tarzı bir genelleme yapılsa da çoğunun öne çıkan bir yanı var. Örneğin Rodos tarih, Mykonos eğlence ve özgürlük demek ise Santorini de romantizm demekmiş… Adadaki çoğu faaliyet doğadan keyif almayı pekiştirecek bir ritüele dönüştürülmüş. Yüksek bir bölgeden klasik müzik eşliğinde güneş batışını izlemek insanın sesini yükseltmeye kıyamadığı bir ayin gibi.

Adanın kaya yapısı oymaya müsait. Bu sayede dik yamaçlarda bile içeri girintili yapılar inşa edilmiş. Tamamı uyumlu, ufak tefek konutlar, pansiyonlar, kiliseler, lokantalar. Otellerin çoğu Caldera manzarasına hakim olduğundan iki kişilik masaları hep yan yana oturma düzeniyle kuruyorlar.

Volkanik bir ada. Bizim gibi altın rengi kumlara alışmış Türkler için siyahımsı kumsalların pek de cazip bir görüntüsü olmasa da Ada yemek ve şarap kültürünün pekiştiği, yüksek sesli eğlencelerden çok damak tadının ön plana çıkarıldığı sakin bir yer olarak gelişmiş. Adadaki otantik sayılabilecek tek faaliyet tekne kiralayarak volkan kraterine gitmek ve yoğun miktardaki sülfür nedeniyle çamur rengine dönüşmüş sularda biraz yüzmek. Suların vücut ısısından daha sıcak olması, yaklaşık 3600 yıl önce patlayan volkanın ‘hala buradayım’ uyarısı gibi geldi bana. Fira bölgesinden liman seviyesine inen 580 basamaklık yolu da denemek gerek. Gerçi aynı yolu yukarı doğru eşeksırtında yapan birileriyle burun buruna gelme ihtimali var. Ve tabii ki arayan müze de bulur!

Kısacası, insanı, peyniri, kahvesi Türk’e benzeyen sevimli bir ada. ‘Greek coffee’ demeye alışmış aksanlı İngilizceleri ile bize kibarca gülümseyerek ‘Turkish coffee?’ demeleri bana çok dostane geldi.

Düşünüyorum da… Santorini gayet büyük bir ada. Bizim Büyükada’dan kat kat büyük. Neden girişimciler bu adayı keşfetmemiş? Doğru dürüst bir Starbucks’ları yok, MM Migros yok! Gelen turistleri memnun edecek alternatif damak zevkleri yok! Tutturmuşlar Ege mutfağı diye. 10 sene önce giden bugün gitse hiçbir ‘gelişme’ hissedemez. Şöyle adanın orta yerine devasa bir site yapılsa da daha çok insan ev sahibi olsa fena mı olurdu? Sanat galerileri çok yer kaplıyor mesela, onları kaldırarak neon tabelalı 1-2 dükkân konsa veya hep aynı duran tırabzanlar değiştirilip yeniden bir müteahhide verilse. Onların bizim adamızdan ne eksiği var? Neden gelişemiyorlar?

Tabii ki kendimce bir tez geliştirdim. Onlar adalarını asimile etmiyorlar. Yani, çoğunluğun baskısıyla, kültür birikimlerinin ve kimliklerinin erimesine hevesli değiller. Zaten gelenlerin de öyle adayı fethetmek ve kendine benzetmek gibi bir amacı da yok. Hintlilerin Britanya Adası’nı Hindistan’a çevirmesi nasıl mümkün değilse, turistlerin de hangi millet veya kültür olursa olsun Santorini’ye gelince kendi geleneklerini bir kenara bırakıp adanın ahenginin bir parçası olması doğal olanı.

Büyükada’da ise durum tam tersi. Eskiden kültür çeşitliliği çok iken artık tek tip insana rastlanıyor. Seneler önce Mine Kırıkkanat’ın çok zalimce tarif ettiği tarz sırtını denize dönmüş, kendi bildiği gezme yeme kültürünü gittiği yerlere de dayatan insan prototipinin artık Büyükada’yı da ele geçirdiğini görüyorum. Günübirlik gelenlerin yanı sıra artık burayı yazlık olarak benimseyenler de adayı kendi alıştıkları habitatlara çeviriyorlar. Esnaf da buna göz yumuyor.

Biz adamızı teslim ettik. İstanbul’un tuhaf bir uzantısı haline gelmesine izin verdik. Yaşasın!