Nostalji

Riva ŞALHON Köşe Yazısı
19 Ekim 2011 Çarşamba

Nostaljiyi iyisiyle kötüsüyle kapsamlı şekilde düşündüren bir film izledim. Tabii ki Woody Allen’ın ‘Midnight in Paris’inden bahsediyorum. Film, Paris’te bugün ile 1920’ler arasında gidip gelen fantastik bir kurguya sahip. Filmin kahramanı, geçmişte kalan güzelliklere olan özlem duygusu yüzünden pek gününe ayak uyduramayan, roman yazmak için gerekli ilhamların arayışında olan romantik bir yazar. Ona kalırsa, 1920’lerin Paris’inde yaşamak ve edebiyatla uğraşmak bugünün verimsiz ortamıyla karşılaştırılamayacak kadar mükemmel. Zaten nostalji de tam olarak bu değil midir? Geçmişin sadece idealize edilmiş halini kafada kurgulayıp ona özlem duymak… Örneğin filmde Gil (ana karakter) Hemingway ile karşılaşıyor. Onun ilham bulmak için Paris’te yaşamasına imreniyor.  Ancak onun yaşadığı zorlukları görmezden geliyor.

Aynı şekilde Fitzgerald, Picasso, Dali ve Gaugin ile de tanışıyor. Modigliani aramızdan biri örneğin. O zamanların çağdaşları sayılan bu ustalar şimdi asıl değerlerini kazanmış durumdalar. Dolayısı ile bugünün gündemini oluşturan pek çok sanatçıdan hangilerinin 50 yıl sonra konuşulacağı henüz belirsiz. Örneğin filmde Zelda Fitzgerald kaybedenler kulübünden ezik bir karakter, alkol bağımlısı, hayattaki değerini henüz idrak edememiş, intiharı düşünüyor. Henüz bütün çağların feminist ikonu olacağından habersiz.

Nostalji, ‘nostos’ ve ‘algos’ kelimelerinin birleşiminden oluşuyor. Nostos, Yunanca’da ‘dönüş’ demek. Algos, ‘keder’ anlamına geliyor. Yani nostalji doyurulmamış dönüş arzusundan kaynaklanan bir keder. Bazen sadece yuvaya dönüşün olanaksızlığının neden olduğu hüznü dile getiriyor. Psikolojide ise tatminsizlik, memnuniyetsizlik anlamına gelen bir rahatsızlık olarak yer alıyor. Melankolinin bir türü gibi tıbben teşhis edilip tedavisine çalışılıyor.

Nostalji genelde, kişinin bir olay, kişi, ses veya kokuyla karşılaşmasıyla tetikleniyor. Bu tetiklemenin sonucu bazen coşkulu bir sevinç bazen ise yoğun bir hüzün getiriyor. Geri gelemeyecek bir anı tutkuyla arzulamak ve özlem duymak o anın artık değiştirilemeyecek olmasından kaynaklanıyor bence. İnsan kafasında şekillenen ideal şekil, artık üzeri verniklenip sabitlenmiş oluyor. Nostaljinin büyüsünün unutturduğu pek çok sancı o paketin içindeyse de göz ardı ediliyor.

Tutkuyla, hüzünle saniye saniye aklınızdan geçirdiğiniz geçmişten sahneler vardır. Adeta günün yavanlığından kopmak için ara ara bilerek transa girdiğiniz. Ancak nostalji ruhu besleyen ve bugünü renklendiren bir aksesuar olarak kaldığı sürece insana faydası var...

Kısaca filmde, insan doğasını sorgulayan pragmatik ve hayalci karakterler izleyiciyi kendi gününü sevmeye itiyor. Geri dönüş imkânsız olduğuna göre, bir gözün geçmişe takılı kalması, sürekli arkaya bakmak günü verimsiz kılıyor. Zira bugün de, daha yaşanamadan avuçlardan kayıp gidebilir. Küçümsemeyi hak eder gibi görünen pek çok detay bilinmez bir gelecekte nostaljiyle anılacak kıvama gelebilir. O halde Hayyam’ın dediği gibi bitirelim yazıyı: İki gün var ki ömürde bence ha var ha yok: geçmiş gün bir, gelecek gün iki…