üçKİŞİ ve LARGO DESOLATO

Sözünü edeceğim iki oyun da kendi başına bir yazı konusu olacak kadar ilginç ama ikisi de interaktif tiyatro yapmak, seyirciyi izleyici olmaktan çıkarıp oyunun bir parçası haline getirmek adına yapılmış farklı araştırmaların ürünü. Bu sebeple bu iki çalışmayı tek bir yazıya sıkıştırmaya çalışacağım.

Erdoğan MİTRANİ
16 Kasım 2011 Çarşamba

Avrupa yakasındaki genç topluluklar Beyoğlu’nda yoğunlaşırken, geçen yıl kurucuları İzmir’den gelen gencecik bir topluluk, Elmadağ’da bir oto-yıkama garajını dönüştürerek Mekân Artı adı altında yakanın ilk offBeyoğlu tiyatrosunu açmıştı. Ufuk Tan Altunkaya’nınyazıp konseptini ve yönetmenliğini yaptığı ve aralıkta tekrar sahneleyecekleri, Katletme Üzerine bir Oyun Denemesi’nden de bir başka yazımda bahsetmiştim. Ufuk bu kez daha da cesur bir denemeye girişmiş ve Rynosuke Akutagava’nın Kurosawa’nın ‘Rashomon’ filminin de esin kaynağı olan “Çalılıklar Arasında” öyküsünü, (erkek egemen toplumumuzun tecavüz karşısındaki sapkın bakış açısını eleştirmek için günümüze uyarlayarak) tek bir seyirciye oynanan bir oyunolarak yeniden yazmış.

Bildik bir öykünün nasıl tüm tiyatro kurallarının, bilinen gösteri şekillerinin alt üst edildiği farklı bir bir tiyatro deneyimi’ne dönüşebileceğini görmek için üçKİŞİyi izlemek gerek. Evet, öykü bildik: Adamın karısına tecavüz edilmiş ve adam öldürülmüştür. Katil zanlısı hırsız yakalanmış ve suçunu itiraf etmiştir. Oyunun başında kayıp olan kadın, bulunduğunda çok farklı bir öykü anlatır. Bir medyum/şaman tarafından sorgulanan ölmüş kocanın hikâyesi ise bambaşkadır.

Kurosawa’nın da söylemiş olduğu gibi, insanoğlu kendisine karşı bile dürüst davranmakta zorlanmaktadır. Kendinden söz ederken, bir takım hayal ürünü yalanlar ekleyerek daha ilginç görünmeye çalışır. Üstelik insan zamanla anlattığı bu hayal ürünü öykülere kendi de inanmaya başlar ve başkası için yalan olan kendisi için gerçeğe dönüşür. Böylece ‘gerçek’ göreceli olmanın da ötesinde giderek ulaşılamaz bir ütopya haline gelir.

Ufuk Tan Altunkaya, uyarlayıp yönettiği, kurgu ve tasarımını proje koordinatörü Didem Kaplan ile beraber gerçekleştirdiği üçKİŞİ için tek kişilik düşsel bir mekân yaratmış. İzleyici ilk olarak alındığı odada bir video performansla olayı öğreniyor. Performansın bitiminde kendisini çağıran hırsızın karşısına geçiyor. Öyküsünü, onunla diz dize, arkadaşı, belki de suç ortağıymış gibi dinleyip hikâyesini daha da yakın oturarak anlatacak olan kadının yanına gidiyor. Oluşmaya başlayan garip mahremiyet duygusu, ölen koca başına gelenleri kulağına fısıldayarak söylerken bu üçKİŞİ’nin özeline çok fazla girmiş olmaktan doğan huzursuzluk ve tedirginliğe dönüşüyor. Mekândan çıkarken yere yatan çıplak bir erkek bedeni ile karşılaşıyor. Ölen adamın cesedi midir bu? Yoksa çıplak gerçeğin ta kendisi mi?

Genelde izlediğim oyunun konusunu bu kadar ayrıntılı anlatarak izleyicinin merak ve heyecanını kaybetmesinden korkarım ama üçKİŞİnin yarattığı duyguyu sözcüklerle anlatmak mümkün değil. Mahremiyetin ihlâlinden gelen o huzursuzluk ve tedirginlik ancak izlenerek/yaşanarak hissedilebilir.

Oyunculuklar her zamanki gibi çok iyi. Kolay iş değil, mekâna her 15 dakikada bir yeni bir seyirci girdiğinden Arda Çetinkaya, Berrin Karabaş (tanıtım broşüründe Neşem Akhan’ın da adı geçiyor, sanırım kadın’ı Berrin’le değişerek canlandırıyorlar) ve CihanEsen temsil geceleri oyunu 16 kez oynuyorlar. 

Largo Desolato

Gelelim Václav Havel’in Largo Desolato’suna. Entelektüel bir aile ortamında yetişen şair ve oyun yazarı Havel, 1968 Prag Baharı, Şart 77 ve 1989 Kadın Devrimi gibi kitlesel hareketlerin ön saflarında yer almış, Güvenlik Polisi tarafından izlenmiş, sorgulanmış, defalarca gözaltına alınmış, ‘Cumhuriyete karşı eylemlerde bulunmakla’ suçlanmış, hapis yatmış, özgürlük hareketinin simgesi olarak ülkeyi seçime götürmüş ve 1989-1992 arasında Çekoslovakya’nın, 1993-2003 arasında da Çek Cumhuriyeti’nin devlet başkanlığını yapmıştı. Halen bir yandan Avrupa politikası ve insan haklarıyla aktif olarak ilgileniyor, bir yandan da yeni oyunlar yazıyor.

Havel, kendisigibi “barış karşıtı entelektüel eylemlerde bulunmak” iddiasıyla yönetim tarafından izlenen felsefe doktoru Leopold Kopriva’nın öyküsü üzerinden, eylemlerin ve duyguların baskıcı rejim tarafından anlamsızlaştırıldığı, konuşulan dilin bile kodlarla kişiliksizleştirildiği (‘orası’, hapishane ya da toplama kampı,’şey’ ise birini ‘orası’na gönderebilecek uyduruk bahane anlamında kullanılıyor) bir toplumun portresini çizer.

Her hareketinin gözetlediğinden kuşkulanarak evine kapanan Kopriva, kapının her çalınışında polisin gelip onu yazdığı bir yazı yüzünden hapse götüreceği korkusuyla yaşamaktadır. Dışarıya çıkmamakta, evine gelenler dışında kimseyle görüşmemektedir. Sözcülük yapmasını isteyen eski yoldaşlarından bile şüphelenen, yazamayan, uyuyamayan, sevemeyen ve sevişemeyen, deliliğin kıyısında gezinen filozofumuz teselliyi içkide aramaktadır. Gizli polis, hapse girmemek uğruna kendine evinde bir hapishane yaratmış olan Leopold’a bir bakıma kendini inkâr etmesi şartıyla bir çıkış yolu önerdiğinde o artık direnme ile teslim olma arasında seçim yapabilecek durumda değildir...

Havel, Absürd Tiyatro’nun (Beckett ve İonesco’nun oyunlarıyla birlikte) başyapıtlarından sayılan Largo Desolato’yu 1984’de yazmış. Oyun 27 yıl öncesinin öncü ve ayrıksı bir çalışması olsa da, oyuncularla izleyicilerin o görünmez dördüncü ‘şeffaf duvar’ ile ayrıldığı klasik sahne düzeni için yazılmış.

EKİP, Largo Desolato’yu Tünel’de bu sezon açılmış olan The Club’da çok farklı bir yorumla sahneliyor.

EKİP, tiyatro sanatının bir ‘ekip’ işi olduğuna inanan grup genç tarafından geçen yıl kurulmuş. Sahneledikleri ilk oyun, Samuel Beckett’in Oyun Sonu, çok iyi eleştiriler ve ödüller almış. İşe en zorundan, soyutla anlamsız arasında gezinen metinleri yorumlayarak başlamışlar. Bayağı da altından kalkıyorlar.

Largo Desolato aslında Haliç Üniversitesi Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nden mezuniyet projeleriymiş. Çalışmalarını bizlerle paylaşmaya karar vermişler. Çok da iyi etmişler.

Oyun mekânı, karakterleri ve dekoru tanımlayan birkaç tabela ve merkeze yerleştirilen tekerlekli bir sandıktan oluşturuyor. Mekânı dört yapraklı bir çiçek gibi düşünürsek izleyiciler, merkezi bu sandık olan çiçeğin yapraklarına oturtuluyor. Oyun, seyircilerin ortasında, oturma yerlerinin arasında ve arkasında, izleyiciyi iyice içine alarak, kimi zaman göz göze, kimi zaman da birebir bedensel temas kurarak oynanıyor. Leopold’u canlandıran Cem Uslu haricindeki tüm ‘ekip’ commedia dell’arte maskelerini andıran makyajları ve tek tip giysileri ile dış dünyayı müthiş bir devinimle canlandırıyorlar. Bu ‘tek tip’ oluşum baskı rejimlerinin doğasında da var. Zaten Leopold’un dostları ile düşmanları, yoldaşları ile gizli polistekiler nerdeyse aynı lisanı konuşuyor, aynı tek tip eleştirilerde bulunuyorlar.

Murat Engiz, Ayşegül Uraz, Ertürk Erkek, Sercan Gülbahar, Simel Aksünger, Halil Babür ve Duygu Yetiş’in, sarıp sarmaladıkları seyirci ile iç içe, nerdeyse ‘epik’ oyunculuklarına karşın, oyunun aynı zamanda yönetmeni de olan Cem Uslu’nun Leopold’da son derce klasik oyunculuğu dışarıdaki ve içerideki iki dünya arasındaki karşıtlığı daha da belirginleştiriyor.

Bu, kapkara bir güldürü olarak çok doğru yorumlanmış ve çok iyi oynanmış prodüksiyonda EKİP olarak dekor, kostüm (ceketleri ters yüz ederek ve sakatlıkları bacaklardan kollara çekerek Wenzel’lerden heriflere geçiş çok güzel), ışık çalışmalarının ve olağanüstü makyaj tasarımı ile Duygu Yetiş’inoyununbaşarısına katkısı büyük. (Bu arada “sigara” esprisine çok güldüm)

İşte size bırakınız gelenekseli, aykırı tiyatrolarda bile benzerlerine kolayca rastlanmayacak iki özgün çalışma. İkisini de hararetle salık veririm.

Hepinize iyi seyirler.