İntihar edenleri intihar etmeyenler anlayamaz

Dininden uzak olmasına, milliyetçilikten ve siyonizmden nefret etmesine rağmen sadece Yahudi olarak doğduğu için mecburi sürgüne çıkan kırılgan bir yürekti o. Ve bu hassas ruh yenilecekti hayata zira, kendi deyimiyle, “o sessiz derinlikten hiçbir zaman yukarı çıkamayacağını ayrımsayan bir dalgıç gibiydi” artık. www.twitter.com/basyazar

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
29 Ağustos 2012 Çarşamba

Bu resme iyi bakalım. İyi bakalım ki, bir insanın bu dünya gidişatı karşısında ilan ettiği mutlak yenilgiyi bile nasıl karşılayabileceğini görelim. Hayattan ümidini kesmiş, hassas, ‘insan gibi insan’ ünlü bir yazarın eşiyle birlikte yaşama bilinçli vedasında, kravatını dahi eksik etmeden ölüme gitmesindeki o tuhaf özsaygısının önemini görelim ve soralım ona, ‘veda’ değer miydi bu güzel ruha?

Ah Stefan Zweig! ‘Goebbels’in, ‘istenmeyen ve sakıncalı yazarlar listesi’nin en tepesinde ilan ettiği hassas yürekli özel insan. O kırılgan ruhun sana bir müddet daha vakit verebilseydi eğer, biraz daha dayanabilseydin zulüme eğer, bugün sen kuşkusuz 20. yüzyılın en parlak yazarlar listesinin başında olacaktın. Lâkin olmadı. Ne sessiz isyankâr yüreğin ne de karanlığı kaldıramayan beynin izin verdi sana. Zira sen vicdanına yenildin. Tarihin en dehşetli korku ve cinayet imparatorluğuna karşı verdiğin mücadelenin yarattığı onarılmaz yara seni vedaya çağırdı. Ve ansızın gittin Stefan, ansızın. Neden yenildin ey güzel insan, neden?

Zira intihar edeni, intihar etmeyenler anlamazdı muhtemelen.

***

Tek felsefi sorun, ‘intihar’dır demişti Albert Camus, nitekim.

Hasan Bülent Kahraman intiharı, insanın varlığını duyumsaması olarak açıklayacaktı. “İntihar insanın varoluşuna dokunmasıdır. Hatta bir tenekeye, bir saç yüzeye vurup, ‘tın tın’ sesini dinlemesi gibi varlığını somutlaştırmasıdır...”

Zweig da varoluşuna kendi iradesiyle son verecekti, Brezilya’da, korku imparatorluğunun çok uzağında olmasına rağmen.

***

Salzburg, Londra, New York, Rio ve son durak Petropolis. Mecburi sürgün bitmişti en nihayet.

Yüreğindeki o onarılmaz acı, o meşum 10 Mayıs 1933 akşamı, Alman kentlerinde Alman gençliğinin naraları eşliğinde kendisinin ve dindaşlarının kitaplarının büyük odun ateşinde yakılmasıyla başlayacaktı. Ortaçağ geri gelmişti. Ve akabinde tıpkı dindaşları Einstein ve Freud gibi korkunç kötülüğün boyutlarını öngörerek kaçacaktı toprağından. Önsezileri doğruyu yakalayacaktı.

Lâkin Paris düşünce, Londra da bombalanmaya başlayınca devasa virüsün her yeri kaplayacağını gördüğünde okyanus ötesine, New York’a kaçacaktı. O kurtulmuştu belki ama Avusturya’da ve Almanya’da dindaşlarının evleri ve sinagogları yakılıyor, sokak ortasında kurbanlar katlediliyor ve dalga dalga ölüm kamplarına yollanıyordu. Geride bıraktığı ve aşkla bağlandığı Viyana kültürünü, dilini, müziğini, edebiyatını, dostlarını ve en hazini, ondan yardım isteyenleri yüzüstü bırakarak kaçıyordu yeni dünyaya. Londra’da iken Avusturyalı yüzlerce Yahudinin ülkeden kaçmasına yardım edip diğerlerini ansızın kaderleriyle baş başa bırakmasının ağırlığı altında ezile büzüle yol alıyordu Amerika’ya.

O; yani, Avrupa’nın yaşayan en ünlü yazarı, o ki müzikten edebiyata eski kıtanın en ünlüleri ile sürekli eser yaratan en tanınmış yazar, yani ‘ağır yaralı’ Stefan Zweig, Yahudi kültürü ile pek yakınlığı olmamasına, milliyetçilikten ve siyonizmden nefret etmesine rağmen, hasbelkader Yahudi olarak hayata geldiği için tarihin gelmiş geçmiş en büyük kıyımcılarından kaçmak zorunda kalan Zweig, arkasına bile bakmadan soluğu New York’da alacaktı. Lâkin vicdanı hep ona hatırlatacaktı aldığı kararın ağırlığını. Vicdanı, onun korkak, kötülükle savaşmaktan kaçınan bencil bir kurban olduğunu işliyordu habire beynine. Oysaki, Viyana’da Yahudilere intihar bile yasaklanıyordu o günlerde. Birçok arkadaşı, akrabası ve kimi dindaşları hava gazı ile intihar edince, zalimler evlerdeki gazı kesme kararı bile alacaklardı. Zira gazla intihar etme, kamu düzenini bozmak olarak kabul edilecekti...

Ve sonra o hassas yürek, New York’un ‘iklimi’nden kaçıp Brezilya’ya yerleşecekti; insanları daha yumuşak, daha hayata bağlı latin kültürüne sığınacaktı. Eşi Lotte ile sadece altı ayını geçirecekti orada.

Kendisinden örnek olması, kahramanca davranması ve mücadele etmesi beklenirken korkaklık göstermesinin ıstırabı altında orada bile gittikçe ezilip büzülürken, gelen haberlerin, Almanların sanki tüm dünyayı ele geçirdiği izlenimine kapılarak ‘nihai çözüm’e bizzat kendisi katkı yapacak ve ebediyen işkenceden kurtulmaya karar verecekti.

1942’nin bir Şubat gününde eşiyle birlikte yanından hiç eksik etmediği haplarıyla nihai uykularına kendi iradeleriyle başlayacaklardı... Ve o hüzünlü mecburi sürgün, annesinden ve topraklarından çok uzağında nihayet bitmiş olacaktı...

***

Albert Camus, ömrü boyunca hayatın yaşamaya değip değmediği sorunsalıyla ilgilenmişti. Ancak son tahlilde, intiharı savunmamış, aksine külliyen reddetmişti. Hayatın ağırlığı, hüznü, acısı, kendi deyimiyle absürd’ü - saçma’sı - karşısında insanoğlunun yüzünü yaşama doğru çevirmesi tarafında olmuştu.

Lâkin Nazilerin yarattıkları bu benzersiz devasa ‘saçma’sı karşısında mücadele, savaş ve isyanın bir fayda getirmeyeceğine inanmış olmalıydı Stefan Zweig.

Savaştan ve kıyımdan bir nebze uzak olmasına rağmen korkusuna ama çokça vicdanına yenilecekti Zweig.

Büyük ve parlak bir yıldız erken kayacaktı sonsuzlukta.

Ama demiştik, intihar edeni intihar etmeyenler anlayamayacaktı...