Eflatun’un mağarasından çıkacak mısınız?

Hepimiz ezici bir çoğunlukla, gerçeği aramayan, bize dayatılan hayat yanılsamalarıyla yetinen, gerçeğin yerine onun gölgesiyle vakit geçiren koca bir sürünün anlamsız, önemsiz ve giderek asalak bireyleri olmayı başarı olarak yutturuyoruz kendimize. www.twitter.com/basyazar

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı 0 yorum
12 Eylül 2012 Çarşamba

Hayat bir oyun, hepimiz de az, çok rol alan aktörleriyiz” demişti bir düşünür.

Bu oyunu terketmek, gerçeği yakalamak için ezici çoğunluğumuz kılını bile kıpırdatmıyor artık. Zira bu dünya, hayatı sorgulayanlara eziyet çektiriyor, düşündüğüne binbir pişman ediyor. Ve giderek duyarsızlaşan birey, ‘öteki’ni unutuyor çünkü ona öğretilen, ona ezberletilen, önüne konulanlara koşulsuz sualsiz teslim olmak. Postmodern hayatın, insanı hem bencilleştirdiğini hem de vasatlar ordusunun yeni bir bireyi haline getirdiğini kimse farketmiyor bile zira aynı birey, varoluşun bu formatından başka bir versiyonunu tanımıyor.

Ezici çoğunluğumuz artık Eflatun’un o meşhur mağarasında ömür tüketir hale gelmiş durumda.

Şöyle tanımlamıştı Eflatun, ‘mağaradaki insanı’: “İnsanların, ışığa açılan ve uzun bir girişi olan, yeraltı mağarası gibi bir yerde olduklarını düşünün. Doğduklarından beri oradalar; kıpırdamasınlar diye ayakları ve boyunları zincire vurulmuş, etraflarına bakmak için başlarını bile döndüremiyorlar ve sadece önlerini görebiliyorlar.”

Eflatun’a göre mağaradaki insanlar onun ağzındaki ışığa sırtlarını vererek otururlarken ışığın yaydığı aydınlıkla karşılarındaki duvarda oluşan kendi gölgelerini görebilirler, bunlara bakarak eğlenir ve yaşamlarını öyle geçirirler. Duvara yansıyan her nesne aslında gerçeğin yansımasıdır, gerçeğin kendisi değildir. Bu vasatlar ordusu, hiçbir zaman zincirlerinden kurtulup da gerçeği yakalamak için mağaranın girişine doğru yol almayı düşünmezler dahi. Hatta gerçeği bulmayı öneren bir avuç insana direnirler, zira dışardaki ışık gözleri kamaştıracak kadar güçlüdür. Vasat için esaret ve karanlık rahatlatıcıdır; oysaki gerçekleri gösterecek ışığı bulmak cesaret ister.

Hepimiz, ezici çoğunlukla mağarada kalmayı yeğliyoruz. Ve hepimiz, gerçeklerle ilgilenmeyen, bize dayatılan hayat yanılsamalarıyla yetinen, gerçeğin yerine onun gölgesiyle vakit geçiren koca bir sürünün anlamsız, önemsiz ve belki giderek de asalak bireyleri olmayı başarı olarak yutturuyoruz kendimize.

Mağara girişine gidenlere ve dışarı çıkıp kaderlerinin kozasını çatlatmayı düşünen kelebeklere de asi, hatta deli olarak bakıyoruz, bu dünyayı yaşanır hale getirenlerin sadece bu koza kırıcılar olduğunu unutarak her daim...

***

Franz Kafka’nın Gregor Samsa’sı hayata isyan ettiği için bir gecenin sabahında ansızın bir böceğe dönüşür.

Samsa, hayata karşı baş kaldırdığı, ona dayatılan her türlü gereksiz kurallara isyan ettiği, sürüden ayrılıp kendisi için yaşamayı tercih ettiği ve otoriteye karşı çıktığı için bir böceğe dönüşür ‘güneşli’ bir sabah. Ve tüm böcekler gibi insanlardan dışlanır. Lakin Gregor Samsa metamorfoz geçirmiştir, diğer bir deyişle kaderine ve gerçeğe sahip olan bir dönüşüm geçirmiştir.

Samsa, ‘dönüştüğü’ güne kadar, tıpkı Eflatun’un tek tip insanları gibi zincirlerle uslu uslu oturduğu sürece kabul edilmiş, sevilmiş ve ‘normal’ insan muamelesi görmüştü. Başkaldırdığı andan itibaren, yani Eflatun’un ışığa doğru gelmeye çalışan asileri gibi deli muamelesi görür. Eflatun’un delisi, Kafka’nın böceği olur. Deliler ve böcekler iğrençtirler ve doğal olarak insanlarla birarada olmamalıdırlar!

Lakin, asıl görkemli ironi, toplum tarafından dışlanan bu küçük azınlığın çok özel ve dünyayı değiştirmeye muktedir oldukları gerçeğidir.

Çocuklarının iyiliğini, gerçekte ise sürekli ‘modern köle’ olmasını isteyen aileler ile özgür birey olmaya düşman kesilen toplumlar var oldukça Eflatun’un delisi ile Kafka’nın böceği hep gündemde olacak.

Işığı, gerçeği yakalamak için zincirleri kırmak gerek. Zira mağaradan çıkmanın zamanı geldi de geçiyor artık.

Hayat sizi hiç beklemiyor...

 

1 Yorum