Herkesin anlatacak bir öyküsü vardır: Bir zamanlar Edirne’de yaşananlar

Edirne doğumlu olan ve 1949’dan beri yaşamını ABD’de sürdüren Dan Bayer, Edirnenin günlük yaşantısını, Trakya Olaylarını, Varlık Vergisi günlerini irdelerken, “Çok Türk Müslüman dostum oldu. Bütün çektiklerimize rağmen şahısları suçlamamak lazım” diyor

Dora NİYEGO Toplum 0 yorum
10 Ekim 2012 Çarşamba

 Kendinizi tanıtır mısınız?

Adım Dan Bayer. 1926 Edirne doğumluyum. Ailenin en küçük çocuğuyum. Büyük ağabeyim, bir zamanlar Edirne’de her türlü hastanın imdadına koşan Dr.Yasef Bayar’dır. Babam birkaç bağ ve meyvalık sahibiydi. Bağlardan topladığımız meyveleri satarak geçinirdik. Babamın topladığı üzümlerden yaptığı şarabın posasından, annem sirke yapar ve satardı. Annemin her zaman babamdan çok parası vardı. O zamanlar bütün Yahudiler çocuklarını Alliance okuluna yollarken, ailem beni Edirne’deki devlet okuluna yolladı. Askerliğimi Türkiye’de yaptım. 1949 yılında ülkeyi terk ettim. Şimdi Amerika Birleşik Devletlerinde yaşıyorum.

 Trakya Olaylarını biraz anlatır mısınız?

Trakya Olayları, 1930’ların ortalarında cereyan etti. Almanya’da antisemitizm başlamıştı. Bu akım dünyanın diğer ülkelerini etkilediği gibi, Türkiye’yi de etkilememesi imkânsızdı. O yıllarda, Edirne’de antisemitizm en üst seviyede idi. Mahallede, ‘Yahudiler Trakya’dan çıkartılacak, Anadolu’ya sürülecek’ haberleri dolaşmaya başladı. Bu gibi ilanları, ağaçlara ve elektrik direklerine iliştiriyorlardı. ‘İğneli Fıçı’ başlıklı kitaplar basılmış, hatta bedava dağıtılmaya başlanmıştı. Bir cuma günü öğlen saatlerinde, ‘kırk sekiz saat içinde Edirne’yi terk etmemiz gerektiği’ emri geldi. Ancak, bu emri verenin kimin olduğu sonuna kadar belli olmadı. O cuma akşamı sinagoga gitmedik. Babam ve amcam Tiyo Merkado’nun yüzleri bir karış, minha ve arvit söylemeye başladılar. O dönemde sekiz yaşında idim, ağabeyim ise on dört yaşındaydı. Evimize baskın yapılırsa, babam ve ağabeyim arka duvardan atlayacak, arsaların içinden İstanbul’a kaçacaklardı. O gece, sokağa bakan odada annemle birlikte yattım. Annem, baskına gelirlerse, babamın kaçmaya vakti olsun diye, dikiş makinesini ön kapının arkasına dayamıştı. Birden pencerede bir tıkırtı duyduk. Bir ses ‘Bohora Teyze, korkma, ben Şakir’im. Bütün gece bu sokakta nöbet tutacağım,’ dedi. Şakir eski komşumuzun oğluydu, o dönem askerliğini yapıyordu. Annem haberi babama ulaştırdı. Biraz olsun rahatlamıştık. Sabah olunca ne görelim! Sokaklar öküz arabaları ile dolu, yollarda geçecek yer yok. Herkes eşyalarını sokağa çıkarmış, yok pahasına satıyorlardı. Babam, ‘Her şeyi satarım ama evimi ve bağımı satmam’ dedi. Annem, ‘Bari arabayı ve beygiri sat da, biraz paramız olsun,’ dedi. O yıllar, babam yetiştirdiği meyveleri satar, parasını da yazın sonunda alırdı. Cuma günü, babam komisyonculardan parasını almaya gittiğinde ‘Para yok’ dediler. Komisyoncuların hepsi Yahudi idi. Kötü şartlar yüzünden parasız kalmamak için, borçlarını ödemek istemiyorlardı. Cumartesi sabahı, babam kısrağı ve arabayı Sütçü İbrahim’e sattı.  Ama bir şartı vardı. Burada kalırsak, kısrağı ve arabayı geri verecek, o da parayı kendisine iade edecekti. Aynı gün, evimize Arnavut Mustafa geldi. ‘Ben evinizin koruyucusuyum’ dedi. Sonradan öğrendiğimize göre, evimize ve bağlarımıza konmayı planlıyormuş. Sokaklar tıklım tıklımdı. Arabalar, insanlar üst üste, sanki bir panayırı andırıyordu. Akşam olunca sokaklar boşaldı, herkes sevkiyat için emir bekliyordu. Birden, komşunun kızı Roza’nın doğum sancıları tuttuğu haberi geldi. Askerler durumu komutana bildirdi. Komutan da, eve bir ebenin çağırılmasına izin verdi. Ebeyi alıp getirmek hep benim vazifemdi. Koşa koşa Komedre’yi alıp getirdim. O gece Roza bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Pazar günü uyandığımızda, sokaklar bomboş, her yerde diz boyu öküz pisliği, kokular insanı adeta boğuyordu. Kimse evden çıkmıyor, her yerde sessizlik hâkim, sanki matem günü, sıkıntıdan insanların tek kelime söylemeye mecali yoktu. Akşamüstü, iki Yahudinin bize doğru koşarak geldiğini gördük. ‘Burada kaldık’ diye bağırıyorlardı. Çok sevindik, Edirne’de kalmıştık. Ama şimdi ne yapacaktık? Tüm eşyalarımız satılmış, yerlerde yatıyorduk. Mala gelsin cana gelmesin misali, yine de ucuz atlattığımızı düşünüyorduk.

 Varlık Vergisi dönemini nasıl yaşadınız?

Edirne’den, Aşkale’ye giden hiç olmadı. Bazı Yahudilere vergi koydular. Dükkânımızın karşısında bir Yahudi vardı. Kendisine konan vergiyi hiç ödemedi. ‘Canımı almaya gelirlerse, sepet getirsinler’ diyordu. Şekip Adut adında bir avukata iki milyon vergi koymuşlardı. En yüksek vergiyi Benjamen Barzilay’dan istemişlerdi. Ödeyemeyince de Şekip Adut’un ofis eşyalarını, Benjamen Barzilay’ın da altı gemisini mezata çıkardılar. Tabii bunları değerinden çok daha düşük fiyata aldılar. Bohoraçi adında bir Yahudi tavlada hide satardı. Ondan beş yüz lira vergi istediler. Değil beş yüz, zavallının hayatında elli lirası bile olmamıştı. Hideleri, teraziyi, tavlasını hemen oracıkta haczettiler. Ayakkabıcı İsmail Efendi hepsinin fiyatını arttırdı. İsmail Efendi’den korktular, başka arttıran olmadı. Mezatçı küstahlar gidince de, İsmail Efendi bütün aldıklarını Bohoraçi’ye geri verdi. ‘Bu köpekler yine gelirse, hide ticaretinin bana ait olduğunu onlara söyle’ dedi. İsmail Efendi çok dürüst bir kişiydi. O günden sonra, Bohoraçi ile birbirlerine hep ‘Ortak’ diye hitap ettiler. Bir gün, Köfteci Şimon’da öğle yemeği yiyorduk. Birden haciz memurları geldi, dükkândaki her şeyi haciz ettiler. Çekmecedeki paraları da almak istediler. Arkadaşlarım ve ben ‘Önce paraları say, sonra cebine koy’ dedik. Bize çok kızdılar. ‘Sizin de gününüz yaklaşıyor’ dediler.

Yurt dışında yaşayan Türklerin bu olaylardan hiç haberi olmadı. Haberi olanlar bile, bu olaylar hakkında yanlış bilgilere sahipler. Bir gün, Amerika’da yaşayan tanınmış bir Türk, Varlık Vergisi’nin parasız kalan bütçeye katkıda bulunulması için çıkarıldığını söyledi. Hâlbuki asıl neden, bugün de kitaplarda okuduğumuz gibi, sermayeyi azınlıkların elinden almaktı.

Bitirmeden önce, bir şey daha söylemek istiyorum. Çok Türk Müslüman dostum oldu, onlarla ilişkilerimiz de çok iyi idi.  Bütün bu çektiklerimize rağmen, insanları halen severim. ‘Tüm bu olaylar yüzünden, şahısları suçlamamak lazım’ diyorum.

 

Çocukluğunuzda Edirne’de yaşam nasıldı?

Geçen yüzyılın başlangıcı, yani 1900 ile 1923 yılları arasındaki dönem, Osmanlı İmparatorluğu için ve özellikle Edirne için bir felaket dönemi idi. Arka arkaya gelen savaşlar, şehri perişan duruma düşürmüştü. Şehirde devletin yatırım yaptığı müesseseler çok azdı. Edirne’nin sınır şehri durumuna düşmesi ile devlet orada yatırımı tamamen durdurdu. Şehrin başlıca geçim kaynakları, mandracılık, süpürgecilik ve ayçiçeği yağcılığı idi. Üstelik bunlar da en çok yaz aylarında iş yapan dallardı. Şehirdeki işsizlik oranı ürkütücü idi. Bunun sonucu da, elbette birçok şeyden fedakârlık yapmak demekti. Bizler bugün fazla kilolarımızı nasıl veririz diye düşünürken, o günlerde halk ‘bu gece ne yiyeceğiz?’ diye düşünürdü. Yaz aylarında sebze ve meyve bol idi, ama bu aylar dışında, halk neredeyse açlık sınırındaydı. Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve ardından İkinci Dünya Savaşı derken, Edirne’nin Yahudi nüfusu gittikçe azaldı. 1949 yılında ayrıldığımda, köyler dâhil, şehirdeki Yahudi nüfus yirmi bin civarına inmişti.

1 Yorum