Yasemin kokusu

Güzel bir cumartesi sabahıydı, ya da ben öyle olduğunu sanıyordum. Kötü haber tez ulaşırmış “Sizden biri var mı?” diye sordu arkadaşım telefonda. Anlamadığımı anlayınca da “televizyonu aç” dedi. 15 Kasım 2003 sabahı sinagoglara dua etmeye gidenleri hedef almıştı acımasız terör örgütü.

Karel VALANSİ Köşe Yazısı
21 Kasım 2012 Çarşamba

Güzel bir cumartesi sabahıydı, ya da ben öyle olduğunu sanıyordum. Kötü haber tez ulaşırmış “Sizden biri var mı?” diye sordu arkadaşım telefonda. Anlamadığımı anlayınca da “televizyonu aç” dedi.

15 Kasım 2003 sabahı sinagoglara dua etmeye gidenleri hedef almıştı acımasız terör örgütü. Bir Ramazan günüydü. Allah’a inananlar, Allah adına eylemi gerçekleştirdiğini sananlar tarafından, Allah’ın iki evinde öldürülmüştü, eşzamanlı. 20 Kasım’da iki intihar saldırısı daha gerçekleşti. Bu sefer İngiliz hedeflere ve yine eşzamanlı. Bu dönemden aklıma kalan, olan olayları özetleyen, en etkili kelime; eşzamanlı.

Eşzamanlı bomba yüklü araçlar yola çıkıyor.

Biri Şişli’ye, biri Şişhane’ye.

İçerde kalanlar korkuyor, geride kalanlarsa hala korkuyor.

İki saldırı amaçlanıyor.

Birinde Türkiye Yahudileri, birinde Batı ülkeleri.

Biri umutları, biri tüm halkı yaralıyor.

Uzun süre sinagoglar kapalı kaldı, evlerde dua edildi. Sonra güvenlik tedbirleri daha da arttırıldı. Avluların üstü kapandı, polis korumalı, çift çelik kapılı, güvenlik görevlileri eşliğinde parmak izi ile girilebilen ibadethaneler, okullar oldu. Saldırılardansa sönen hayatlar, etkilenen bir kuşak kaldı geriye.

Bu geçen dokuz yılda daha mı içine kapandı Türk Yahudileri, daha mı fazla telaffuz etmeye başladı vatandan kopup farklı ülkelere göç etme zorunluluğunu, daha mı dindar oldu, daha mı kalın duvarlar ördü çevresine…

1986 sinagog saldırısında babasının korumak için üstüne yatıp hayatını kurtardığı çocuğu hatırlar mısınız? Birkaç ay önce kim olduğunu bilmeden tanıştım kendisiyle. Mucize bir yaşam onunki. O saldırıda küçüktüm. Adada Çankaya Meydanı’nda bir koşuşturma vardı o sabah. Benden birkaç yaş büyük arkadaşımdan öğrenmiştim terör saldırısını. Sarsıcı bir ilkti ufak dünyamda.

Yazın cuma akşamları bahçesinde oyun oynanan, kışın güzel gelinleri görmek için gidilen bir yerdi sinagog benim için. Bir de arkadaşlarımın Bar Mitsva’sı için çok erken kalkıp gittiğim, sabırsızlıkla “Sevgili anne ve babacığım” diye başlayan konuşmayı beklediğim yerdi. Gözleri dolmuş, ağlamakla, makyajının bozulmaması seçeneği arasında gidip gelen annenin, oğlunun sarılmasıyla umursamazca düşen gözyaşları o günün mutlu sonu olurdu hep. Hayatımda cenazeye gitmemiştim henüz.

Herkese sormuştum “Neden?” diye. Anlamam zordu. Anlatabilen de yoktu. Neve Şalom Sinagogu’na her girdiğimde duvardaki o isimleri okurum. Anmak için, unutulmadıklarını söylemek için. Ve Büyükada’daki o sabaha geri dönerim her seferinde, “Neden?” diye soran o küçük kıza.

Sayılar ne kadar acımasız. Dört saldırıda toplam 58 kişi hayatını kaybetti, 753 kişi yaralandı diye özetlenebiliyor hemen. Oysa her sayı bir insan, bir can, bir aile, bir umut, bir mutluluktu.

-Sizden biri var mı?

-Var.

Bu sefer acı biraz daha farklı, biraz daha derinden. Ateş düştüğü yeri yakar işte. Bu sefer fena yaktı. Bu canlardan bir tanesi bizim ailede azaldı.

Gözüne batan cam parçalarıyla taksiye binmiş, eşine telefon açıp haber vermişti evine en yakın hastaneye gidişini. İyi olduğunu duyduğumuza sevinmiştik. Gözünü kaybedecek ama yaşayacak diyorduk. Ama olmadı, kalbi dayanmadı geçirdiği şoka. Hastane kapısındaydım telefon geldiğinde. Eşim inanmadı gelen habere, o soğuk odada kendi gözleriyle görene kadar eniştesinin yüzünü.

Cuma akşamlarında, bayram sofralarında bir eksiklik var artık. Sohbetiyle, anlattığı hikâyelerle neşe katardı bulunduğu ortama Yona. Yüksek sesle anlatır, yeniden yaşıyor gibi hikayesinin içine giriverirdi. Her ilginç olay onun başına gelirdi sanki. Aslında Paul Auster’in dediği gibi, hikâyeler ancak onları anlatmasını bilenlerin başına geliyordu.

Benden yasemin esansı isterdi her zaman. Bir damla sürerdi bıyıklarına. Hep bu güzel kokuyla güne başlar, biraz azaldığını hissetse yeniden sürerdi. Bu koku ona hangi anısını, hangi mutlu gününü anımsatıyordu bilmiyorum. Çocukluğunu belki de gençliğini hatırlatıyordu. Sormaya fırsatım olmadı, öğrenemedim hiç.

Yasemin kokusu bana hep bir burukluk veriyor. O gözlerinin içi bile gülen yüzü, torunlarıyla tanışamadan ailesinden ayrılmak zorunda kalan, yarım kalmış bir hayatı anımsatıyor artık sadece.

Cenazede deli gibi yağmur yağmıştı. Sanki gökler boşalıyor, acılı aile ve yakınlarının gözyaşlarına eşlik ediyordu. “Bu kadar acıya Tanrı bile kayıtsız kalamazdı” demişti o gün arkamda oturan biri.

Dokuz yıl oldu. Her şeye rağmen hayat devam ediyor kaldığı yerden. Umuda sığınıyoruz artık sadece. Çünkü Talmud’da dendiği gibi; “Hayat devam ettikçe umut da vardır.”

Yona Romano (03.06.1946-15.11.2003)