Doğum günü

Her doğum günüm geldiğinde hayatı sorguluyorum. Dünyaya neden kötülüğün hakim olduğunu düşünüyorum. Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’daki, “insan başkalarındaki kötülüğü görerek iyi olmaz” sözüne takılıyorum. Tutunamayanlardan tutunanlar sınıfına geçmek istiyorum. Doğum günümü kutluyorum.

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı 0 yorum
12 Aralık 2012 Çarşamba

Siz hâlâ doğum gününüzü kutlayanlardan mısınız?

Tanrı’nın bahşettiği hayatımızın başlangıç gününü kutlamanın tarihi M.Ö. 3000’li yıllarda bir Mısırlı firavunla başlamış. Lakin hep soylu erkek çocukların doğum günleri kutlanmış o zamanlarda.

Hıristiyanlık öncesi Roma’da da özellikle imparatorların günleri kutlanırmış. Sezar’ın doğum günü her yıl bayram olarak ilan edilmiş.

İlk Hıristiyanlar hayatlarındaki sıkıntı ve zulüm nedeniyle dünyanın acımasız olduğu düşüncesinden hareketle, insanın dünyaya gelmesinde kutlanacak bir sebep görememişler ve sadece ölüm gününü kutlamayı seçmişler.

Ancak 4. Yüzyılda Hıristiyan din adamları önemli bir tavır alarak Hz. İsa’nın doğumgününü (Noel) kutlamaya karar vermişler ve o gün, bu gündür doğum günü kutlamaları dünyadaki her bireyin yaşamına  girmiş olur...

Hayatın genel anlamda daha çok sıkıntı, hüzün ve zulüm anlarından oluştuğu konusunda tereddüte yer yokken, doğum günü kutlamaları aslında bu ızdıraplı hayatta insanın yeni yaşına umutla başlama temennisinden başka bir şey değil. 

Biliyorum, bu dünyada birey öteki bireye benzemiyor. Herkesin hayata bakış açısı, yaşadığı tecrübeler, hissettikleri, ötekinin karşısında varoluşsal duruşu, düşünceleri, tepkileri çok farklı; lakin işte bu farklılık insanın ‘öteki’ni anlamaktaki zorluğunu oluşturuyor.

Buna rağmen, mutlak ve kesin olan tek bir ortak gerçeklik var. Ölüm. İnsanın belki de en büyük trajedisidir, ölüm. Hayatın bir gün mutlaka sona ereceğinin hissiyatı. Lakin bu kesin bilgiye rağmen çoğu insan hiç ölmeyecek gibi yaşamak ister, gözünü evrenin yegâne ortak gerçeğine kapamaya çalışır ve doğum gününü kutlamak ister.

İnsan, gençliğinde vapurun motor tarafına geçip o devasa gücün deniz suyundaki hareketinin yarattığı beyaz köpükleri büyük heyecanla izlerken, bugün onları gördüğünde artık hiçbir ‘ışık’ farkedemiyorsa, işte bu yoksunluk, hayatın yıpratıcı ve giderek yok edici gücü ile alâkalıdır. Her geçen an, ona yorgunluk ve yılgınlığı yaşatır ve giderek ölümü düşündürtür.

Nâzım’ın “Güzel günler göreceğiz çocuklar / Çocuklar inanın / İnanın çocuklar” dizeleri gerçekte yerine gelmemiştir ve kuvvetle ihtimal hiçbir vakit gelmeyecektir. Çocukluk ve gençlik rüyaları, umutları çok geride kalmıştır. O anlar gerçek hayatı temsil etmiyor artık.

Dünya güzeli, asalet simgesi Romy Schneider evinde ölü bulunduğunda elinde sıkışmış halde, babasının ona bir doğum gününde verdiği bir not bulunmuştu: “Çocukluğunu cebine sıkıştırıp kaç buralardan çünkü sadece senin olan tek şeydir o...”

Evet çocukluğumuz, biraz da erken gençliğimiz. Hayatımızın en özel, en acısız, en vurdumduymaz, Tanrı’nın hediyesinin en görkemli kullanımının olduğu yıllar. Artık yoklar. Schneider, babasının notunu en köktenci yaklaşımla değerlendirecek ve ‘çekip gidecekti’ bu diyarlardan. Zira çocukluk rüyaları artık yoktu ne onun hayatında ne de bizlerin. Hayatın kodları ileriye yönlendiriyor zamanı. O anılar tersine, bize o ışıklı günlerin bugün olamayacağını söylüyor umarsızca.

Lars Von Trier’in, o unutulmaz ‘Melancholia’ filmindeki, ölecekleri zamanları belli olan –aslında tüm hayatın sonudur – iki kız kardeşin ölüm düşüncesine yaklaşımları insanın trajik hikayesinin çok kısa özetidir aslında. Biri, yaşadığı ve gördüğü kötülükler ve adaletsizlikler karşısında kurtulacağını düşünüp sevinirken, diğeri herşeye rağmen hayata tutunacak bir dal arayışındadır tüm yaşama bağlılık tutkusuyla.

Bu ikincisi, işte biziz, çoğumuzuz. Her şeye rağmen hayata direnmek, yaşamı yüceltmek. Doğum günlerini kutlayanlar sınıfı. Bir umut adına, geçmişin ışıklı anılarının tekrarı adına tutunanlarız. Tutunamayanlar sınıfı ise doğruyu, güzeli arayışları yolunda takatları kalmayanlar ordusudur.

Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’da anlatmak istediği gibi. Tutunamamazlık, düşünen ve sorgulayan, acı çeken insanın simgesidir son tahlilde. Atay şöyle demişti: “İnsan başkalarındaki kötülüğü görerek iyi olmaz.” İşte bu nedenle şaşırıyorum ben de. Yığınla insan dizilerde, romanlarda herkesin iyiliğini isterken gerçek hayattaki kötülükleri neden seyrediyor?

Lakin, hayatın gizli enerjisi yaşama ve kendimize döndürüyor bir şekilde.

Çoğu isteklerimiz duvarlara çarpıyor olsa da, hiç bir şey, anne kucağında hissetiğimiz kadar güvenli ve sıcak olmasa da ‘dışarıda’ kötülüğün hakimiyetine tanık olsak da ilk Hıristiyanların tersine ölümü değil, yaşamı yücelteceğiz; doğum günlerini kutlamaktan vazgeçmeyeceğiz.

Zira, ‘hayat’ herşeye rağmen ‘bir çikolata kutusu gibidir. İçinden ne çıkacağını öngöremiyoruz.’

Son durağı bilmemize rağmen.

 

2 Yorum