İnci pastanesi ve İstanbullu kimliği

Köşe Yazısı
19 Aralık 2012 Çarşamba

David OJALVO


Yaklaşık iki hafta önce Beyoğlu’ndaki İnci Pastanesi kapandı. Birkaç gün sonra da, pastanenin İstiklâl Caddesi üzerindeki Mis Sokak’ta yeniden açılacağı haberlere yansıdı. Pastanenin tahliyesi sırasında olaylar yaşandı, sosyal medya üzerinde tepkiler yağdı ve gündem yerini yeni olaylara ve haberlere bıraktı.

En son ekim ayında İnci Pastanesi’nde profiterol yemeye niyetlendiğimizi hatırlıyorum da, günün akışı bizi başka yerlere ve mekânlara götürmüştü. Pastanenin kapandığını öğrendiğimde, içimden bir ‘keşke’ geçiverdi. 68 yıldır yerinde öylesine asil, öylesine güvenli duruyordu ki… İstediğimiz zaman oraya gidebilir, tatlı ısmarlayabilirdik. Bu ‘istediğimiz zaman’ olgusu, kanımca bizi şehrin yerli turisti olmak konusunda tembelleştiriyor. Sergiler gelip geçiyor, konserler veriliyor, paneller düzenleniyor. Ne kadarını yakalayabiliyoruz? Gündelik hayatın koşuşturmacası, hep mazeret mi? Ara sıra tartışılır, “İstanbullu kim kaldı?” diye. Geçmişe bakar, dünü anarız; ama hâlâ, fazlasıyla sahiplenilmesi gereken bir ‘bugün’ var, İstanbul var. Şehir hayli kalabalıklaşmış, büyümüş, yaşanması zor hale gelmiş olabilir. Oysa bu, bizi, İstanbullu kimliğine yabancılaştırmamalı.

İstanbullu bugün kime denir? Sözle değil de, davranışla bu kimlik nasıl ifade edilir?

Şehri, onu yaşayarak sahiplenebiliriz. İçimde ‘duyarlılık’ kelimesi büyüyor yine; fakat denilebilir ki, ‘herkesin duyarlılığı kendine’. Ancak kendimizin ne yaptığını bilebiliriz. Karşımızdakini, neyi neden yaptığı veya yapmadığı hakkında yargılayamayız. Beklentilerimiz olabilir; ama sanki çok kırılganlaştık ve istemeyerek hassaslaştık. İçiniz doldu dolu belki. Bir buğday başağı misali, başınızı alçakgönüllü bir şekilde öne eğmiştiniz. Şimdi, aksini düşünemiyorsunuz veya düşünseniz de pek dile getiremiyorsunuz. Öğütülme korkusu baş gösteriyor. Dolayısıyla, en azından ‘yaşayarak sahiplenmeli’ hem şehri, hem varoluşu.

***

Pastanenin kapanması, günümüzdeki değişime dair nispeten zayıf bir örnek... Yaklaşık beş yıldır Atatürk Kültür Merkezi’nde bir opera izleyemedik. Şehrin silueti hızla değişiyor. Taksim Meydanı değişiyor, Zincirlikuyu’da artık kocaman bir beton yığını var, Maslak’taki orman betonlaşacak. Karamsar mıyım? İstanbul’un daha yaşanılabilir olması adına neler kazanıldı? Toplu taşımada gelişmeler, yeni bağlantı yolları, tüneller örnek verilebilir belki. Kentsel dönüşüm kapsamında yeni düzenlemeler var; ama kâr/gelir anlayışı, yaşamsallıktan kat kat ön planda. İstanbul’un 2040 yılına dek su problemiyle karşılaşmayacak olması rahatlatıcı; ama insanın temel ihtiyaçlarından çok daha öte gelişimler ve değişimler masaya yatırılabilse. Bakış açımız ‘siyahla beyaz’ arasında kalmamalı, aidiyetler ‘sev veya git’ noktasında tartışılmamalı. Birey kendini ifade edebilmeli; ama bedeller karşısında sessizlik seçiliyor. Sessizleştikçe, kabullenişler de yerleşiyor. Gönlünce sevememek, gitmemek, kalmak çalkantılı, zor duygularla dolu…

Günümüzde kaç kişi, “Ben İstanbul’a aşığım” diyebiliyor? Bu aşkı nasıl anlamlandırmalı? Olumlu algılama çabasındayım. Alışveriş merkezleri bir yana, elbette ki şehrin yüreklere dokunan yönü yitirilemez kolay kolay. Örneğin şehir hatları vapurunda salep içmek, Caddebostan sahilinde yürümek, Cihangir’de tiyatro izlemek, şık kafelerde oturmak, festivallere, fuarlara katılmak baki. Profiterol de ısmarlarsınız, balık da yersiniz. Maddi boyutuyla, imkânları giderek genişleyen bir şehirde yaşıyoruz. Hassasiyet, bir kez daha maneviyatta, aidiyetler üzerinde toplanıyor. Nice anı İnci Pastanesi, Markiz, Marmara Kafe, Emek Sineması, Taksim Sahnesi gibi mekânlarda yaratıldı. Günümüzde ise bir fincan kahve artık kırk yıl hatır bırakmıyor. Dünle bugünü birleştiren değerler, mekânlar kaybolup, silindikçe de, İstanbul ıssızlaşıyor.