ARALIKTA OLMAKTIR SANAT: Bir anmanın ardından...

Akbank Sanat’ta usta ressam Ömer Uluç’u andık ölümünün üçüncü yılında kızı Elfe Uluç ve dostlarıyla birlikte. İstanbul’u izledik Ömer Uluç’un fırçasından, Osmanlı’yı, mezar taşlarını, yaratıklarını, ama en çok onu dinledik konuşmacıların anılarından. Belki son dakika değişikliklerine gidilmek zorunda kalınmıştı programda, ama o denli de içten ve sıcaktı sohbetleri

Dalia MAYA Toplum
6 Şubat 2013 Çarşamba

Kızı Elfe’nin röportaj çekiminde ressamın rahatlığını, yaşamı nasıl da sanatının ışığında gerçekleştirdiğini gözlemledik. Oturduğu evleri bile, sanatına yansıtmak istediği manzaralara göre seçtiğini… Salacak’ta bir yalıda oturduğu günlerde, kayıkhaneden salona geçişlerini ya da Kuzguncuk’ta sinagogun hahamından şarap almalarını… “Aralıkta olmaktır sanat” diye alıntılıyordu Elfe çektiği kısa filminde. Akademisyen Nusret Polat idaresinde, Galeri Nev’in kurucusu ve yöneticisi, İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Sanat Hayat’ dizisinin editörü ve şu anda İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Sanat ve İktidar üzerine dersler vermekte olan Ali Artun’dan dinledik Ömer Uluç’un sanat anlayışını, kısmen Ömer Uluç’tan alıntılar eşliğinde… “Maceradır sanat. Bozmadır. Yıkmadır. Hayattır ve ölümdür. Ölümdür çünkü hayat şeridine paralel olarak tasarlandığı sanat şeridinin son perdesidir. Ve ölüm büyük eşitliktir. Ayrıca aralıkta olmaktır sanat. Ne gerçektir, ne değildir, ne soyuttur ne figürdür, ne doğudur, ne batıdır. Ona göre İstanbul da aralıktadır.”  Ömer Uluç’un sanatını da anlattı Ali Artun:  “Karalamaların yerini biliyoruz Ömer Uluç’un resminde.  Bu karalamalar boğazdan geçen gemiler oldu, denizaltılar oldu, İran- Irak savaşındaki tanklar oldu, Ahu Tuğba oldu, cin, canavar oldu.. Hayalet, hortlak oldu. Sonra bu çizgiler, borulara bıraktı yerini, büklüm büklüm borular ya da urgandan bir takım heykeller, ilahlar, köpekler, kibeleler ve bunların bir bölümü zaten desenlerinden de bildiğimiz şahsiyetler.”

 Neydi peki bu karalamalar, nereden çıkıyor bu ikon kırma hırsının yarattığı bu ikonlar? Gelin, Ali Artun’un 1985’te yayınladığı ‘Armalar’  kitabının önsözünde, sanatçının kaleminden okuyalım “Bu desenlerdeki figürlerin otobiyografik bir anlamları olması gerektiğine bugünlerde karar verdim. Ne olduklarını, ne olabileceklerini bulmaya kalktım. Bunların beni etkileyen yaşantı parçaları ve özdeşleştiğim bazı imajlar olması gerekiyordu. Böylesine bir düşünce ile onları isimlendirdim. Verilen isimlerin figürlerin taşıdığı izlere tam uyduğunu söylemek onlarda o zaman olanların karşıtlığını bulmak söz konusu değildir. Yaptığım bir isim bulma oyunu ile kendi hayatımı, o günleri daha önceleri ve sonrasını düşünme arasında bir şey...”

Maçka Sanat Galerisi’nin kurucusu ve yöneticisi Rabia Çapa’nın ağzından dinledik bir de ustayı: “Ömer çok özel biri; bütün bu kahkahasına, içkisine, yaşama çok güzel bakışına, bir içki ile Can Yücel’le bir hafta ortadan yok oluşuna rağmen çok ciddi çalışan bir insandı çalıştığı zaman. Ayrıca bu rakı gecelerinde veyahut galeride akşam üstü votka saatinde devamlı edebiyat konuşulurdu. Can Yücel gelirdi şiirler okurdu, Necati Cumalı gelirdi öyküler anlatılırdı... Yani bu renkli kişiler gidene kadar, galeriye akşamları çok edebiyatçı gelirdi. Görsel sanatçısı, Mengü Ertel’i, Füreyya Koral’ı, seramikçisi, heykeltıraşı, edebiyat saati gibi olurdu. Ve gençlik de birbirinin omuzlarının üstünden onları dinlemek için bir araya gelirdi. 1978’de Maçka Sanat’ta ilk sergisini açtığında, Zeynep Oral’la yaptığı bir konuşmada şöyle söylüyordu: “Her şeyden önce Batı’daki sanatsal gelişmeye daha eleştirisel bir tutumla yaklaşmalıyız. Sonra ne yapmalı? Kanımca, Batı dışı sanatlara yeniden kendi bulunduğumuz yerden, kendi gerçeğimiz içinde bakmalıyız. Yeni bakış açıları, yeni sesler verir. Bu büyüyü, bu kapalı kutuyu kendi gerçeğimiz içinden yakalamalıyız.”

Ama en çok “güzelim” diye çağırdığı çocukluk arkadaşı yazar ve çevirmen Sezer Duru’dan dinledik yaşama bağlılığını. “La vita e bella, yani hayat güzeldir. Yenilir, içilir, kadınlar sevilir, gezilir, kahkahalar atılır ama işinizi de doğru olarak yapmak zorundasınız”. Onun dönemi ile günümüz arasındaki farklara da değindi Sezer Duru. Globalleşmenin esamesinin dahi okunmadığı 1950’li yıllardan itibaren, Beyoğlu’nda dönemin sanatçılar pastanesi olan Baylan’da ressamı, yazarı, heykeltıraşı, sanat camiasının hemen her gün buluşup deneyimlerini paylaşmalarını, sanatı, felsefeyi, insan olmayı ama her şeyden çok tam bir dünya insanı olmayı deneyimlediklerini öğrendik.

Gözümüzün önünde canlandı, Can Yücel’in Paris deneyimlerini Baylan Pastanesi’nde anlatışı ve Paris’e gidememiş olan diğerlerinin onu heyecanla izleyişi… Sormadan edemiyorum kendime, internet aracılığıyla her an, her yerde, herkesle birlikte olmamıza rağmen daha mı yalnızız artık? Bizi eserleri ile bırakıp da sonsuzluğa intikal eden sanatçılarımızın ardından, bir daha düşünmek lazım belki de.  Müzelerin bile dijitalleştiği, salonunuzun rahat kanepesinden kıpırdamaksızın, gönlünüze göre bir müzik çalarken, elinizde ruh halinize göre bir şarap ya da mis kokulu bir kahve ile dünyanın herhangi bir yerinde, her hangi bir sergiyi gezmek mümkün bugün. Ama ya insan sıcaklığı, ya sanatçının ruhu? Kendi yaşam faunanızdan çıkıp da açılışın havasını solumadıkça ya da açılış sonrası galerinin daha sakin bir anında eserlerin karşısında tefekküre dalmadıkça, sanatın iki ya da üç boyutlu varlığının ötesindeki özü, sanatçının ruhu nasıl değecek ruhunuza? Hele sergi gezmesinde, sanatçıya rastlama olasılığı bir heyecan kıpırtısı yaratmıyorsa insanın içinde, hatta daha ileri gideceğim, kişinin neredeyse, konuşmaktan ürktüğü bir galeride bir ölüm sessizliğinde izlemekse payımıza düşen, nasıl öğreteceğiz gençlerimize sanatın aslında bir ruh, bir yürek işi olduğunu, tüm duygularımıza ve düşüncelerimize hitap ettiğini?

Bunları düşündüm, sanatçının kıvrak fırça darbelerinden ve borulardan, urganlardan oluşan faunası gözlerimin önünden geçerken. Bunları düşündüm Elfe’nin çektiği ve Ömer Uluç’un Sanat Aralığı’na gönderme yaparak İstanbul’un iki yakasını tam da babasının devinimsel hareketini devam ettirircesine gözlerimizin önünde birleştirdiği kısa filmi izlerken. Ve üzüldüm, kendi adıma, Ömer Uluç gibi bir usta ile zamanında tanışma şansını elde edememiş olduğuma…