Çivisiz dünya, çivisiz hayat

Köşe Yazısı
8 Mayıs 2013 Çarşamba

David OJALVO


Amin Maalouf, beğeniyle okuduğum yazarlardan. ‘Afrikalı Leo’, ‘Semerkant’, ‘Tanois Kayısı’, ‘Doğu’nun Limanları’, ‘Yüzüncü Ad’ veya ‘Işık Bahçeleri’ başlıca hatırımda. Maalouf’un romanlarında tarihi, mistik, ilginç ve büyülü bir yolculuğa çıktığımı bilirim. Yüzyılların arasında farklı coğrafyalarda bulurum kendimi. Lübnan’da, Osmanlı İmparatorluğu’nda, Ceneviz’de, İran’da veya Paris’te… Değişik kültürlerle buluşur, Tanrı’nın yüzüncü adını arama serüvenine katılır veya Mani’nin öğretisini anlamaya çalışırım. Dünyaya bir köy evinden de bakabilirim, bir hükümdarın gözlerinden de… Bugüne kadar okuyabildiklerim arasında en çok ‘Semerkant’ı sevdim. Orada Ömer Hayyam’ın hikâyesi anlatılıyor. Rubaiyat’ın yüzyıllar içinde saklı kalışını ve 20. yüzyılın başlarında İran’ın durumunu. Öyle ki, bu anlatıda ülkemizle İran’ın bir dönem için kader yoldaşlığı yaptığını hissettim. Tarihin akışını düşündüm ve şimdi yeniden düşündükçe, geçmişe dair bir çaresizliği duyumsuyorum. Ülkelerin gelişimi ve bugün gelinen nokta sanki çok farklı olabilirdi. Çağdaşlaşmaya ve insanın üstünlüğüne dair farklılık arayışını Amin Maalouf da içselleştiriyor olmalı ki, hem bu kadar güzel hikâyeler yayınlasın, hem de iki deneme kitabı.

***

Yazarın ‘kimlik’ konusunu ele aldığı, ‘Ölümcül Kimlikler’ adlı çalışmasından hareketle, 2006 yılında bir makale hazırlamıştım. Mayıs 2009’da yayımlanan ‘Çivisi Çıkmış Dünya: Uygarlığımız Tükendiğinde’ adlı denemeyi ise, son dönemde okuyabildim. Maalouf’un hümanist yaklaşımını bir kez daha takdirle benimsedim.

Dünyanın çivisi nasıl çıktı?

Yazar, Berlin Duvarı’nın yıkılışının etkileriyle başlıyor irdelemeye. Duvarın yıkılışıyla, ekonomik modeller, felsefi düşünceler, toplumsal düzene dair tartışmalar amacını yitirmişti ona göre. Dine bağlantılı aidiyetler güçleniyor, demokrasi kimlik pazarlığına bağlanıyordu. Batı’nın samimiyetini, ekonomik ve askeri üstünlüklerin rolünü, Irak işgalini sorgulamak kadar, Arap âleminin savaşımını, hangi değeri savunduğunu anlama gayretindeydi. Bağımsızlık mücadelesinin devamı, az gelişmişliğe karşı verilebilirdi ancak. Öte yandan Batı’nın dünyayı uygarlaştırma arzusu ile ona egemen olma isteği, bir çatışma sahası yaratmakta.

Amin Maalouf, geniş çerçevede Arap aleminin durumunu tahlil ediyor. Sünniler ile Şiiler arasındaki büyük uçurumun Tanrıbilimsel nedenlere değil, hilafetle ilişkili nedenlere bağlıyor. Atatürk’ün başarılarını, Mandela’nın duruşunu örnek sunarken, Nâsır’ın yükselişiyle dramını, Mısır devrimini detaylarıyla aktarıyor.

Üçüncü bölümünde, ‘manevi bunalımın’ zamanımıza damgasını vurduğu belirtiliyor. “(…) Parayı, her türlü saygınlığın ölçütü, her türlü iktidarın ve her türlü hiyerarşinin temeli durumuna getirmek de toplumsal dokunun parçalanmasına yol açar (…) Bugün, kültüre düşen rol, çağdaşlarımıza hayatta kalmalarını sağlayacak entelektüel ve manevi araçları sağlamaktır.” diye yazıyor. Yazar, küreselleşmeyi irdelerken Avrupa ülkelerinin göçmen nüfusuna ve göçmenlerin sorunlarına dair çarpıcı bir tartışma sunuyor. “Küresel kabilelere bölünmüş bir insanlık düşüncesi” veya “ortak bir yazgının bilincinde, aynı temel değerler etrafında toplanmış ve en zengin kültürel ifadeleri koruyan bir insanlık düşüncesi” arasında seçim yapmamız gerektiğine işaret ediyor.

Denemede, ‘küresel ısınmaya’ yönelik de akılcı bir tutum var. Bilim adamlarının bu konudaki uyarılarını ve abartılı senaryoları titizlikle ayırıyor yazar. Özünde doğayı korumak adına alınacak önlemlerin, korkular ve senaryolar bir yana, ilkesel önemi üzerinde duruyor.

***

Kitabın toplamındaki kanaat, dünyanın çivisi çıkmış, geç kalınmış; ama çok geç değil. Amin Maalouf, sorumluluğu hatırlatıyor. Okuduklarımı anlıyor, uyarıları görebiliyorum. Peki, başka kimler görüyor ve çivisiz dünyada yaşanılabiliyor mu? Bu deneme, aydının hassasiyeti amacına nasıl ulaşır? Sorular, sanki şimdilik yanıtsız gibi.