İnsanla özdeş yaşanmışlıklar

Köşe Yazısı
22 Mayıs 2013 Çarşamba

David Ojalvo


1987 Şubatı’nın karlı bir New York günüydü. Yer, Mount Sinai Hastanesi’nin kalp damar cerrahisi kliniğiydi. Zaman, oldukça zorlu bir yolculuğun ardından, bir başka zorlu yolculuğa hazırlık süreciydi. Az sonra İstanbul’dan gelen hasta, küçük bir odada muayene edilecekti. Doğuştan köken alan bir kalp hastalığının tek tedavi seçeneği olan ameliyat için, henüz Türkiye’de imkânlar müsait değildi. O küçük odada ameliyatın riski, beklentiler ve olasılıklar elbet konuşulacaktı. Umutlar vardı, küçük veya büyük bekleyişler yaşanmıştı. Bu zorlu yolculukta hastanın en yakını olan eşi ise, kliniğin koridorunda yine bekleyiş içindeydi. Duyguları karışıktı. Biraz heyecan, kaygı, sıkıntı, biraz merak… Nelere dikkat edebiliyordu genç kadın? O günlere dair hangi detaylar saklı kalacaktı, neler unutulacaktı? İzler ne kadar derin yansıyacaktı geleceğe? En basitinden karmaşığa sorular, duyguları yoğunlaştırıyordu. Dakikalar birbirlerini kovalıyordu ve kalp damar cerrahisi kliniğinin profesörü koridorda belirmişti. Cerrah sevecendi, hastanın eşine yaklaşımı, sanki kırk yıllık ahbaplarmış gibiydi… Konuşulacak çok önemli bir ameliyat vardı; ama doktorun bir sorusu vardı öncelikle:

“Neden burada ayaktasınız?”

“Oturacak yer yoktu odada.”

Doktor yanıt vermedi. Bir kapıdan içeri girdi ve elinde bir sandalyeyle geri döndü. Birlikte muayene odasına yöneldiler. Genç kadın için yer yaratılmıştı.

***

Bu hikâye yaşandığında, ben üç yaşındaydım. Ameliyat edilen babam, koridorda bekleyen annemdi. Aradan geçen 26 yılın ardından birçok detay silinmiş olabilir; ama annem hayatındaki bu mütevazılık örneğini hiç unutmadı. New York’un en önemli hastanelerinin birinde, uluslararası üne sahip bir profesör hasta yakını için sandalye taşımıştı. “İnsan böyle olmalı” der annem. Onun bu paylaşımını içselleştirdim. Alçakgönüllülüğe dair bu örnek, kanımca, yaşama dair manevi dokunuşu büyülü bir şekilde temsil ediyor.

***

Özünde, ‘alçakgönüllülüğe’ dair bir yazıyı kaleme almak, bu hassasiyetin doğasına bir parça da olsa aykırı geliyor. Bireyler arası ilişkilerde çok fazla söz söylenir; ama hatırda kalan, yer eden davranışlardır. Yeri geldiğinde kelimelerin önceliği arka planda kalır, davranış konuşur, etkileniriz. Etkileşimlerin sonucunda da karşımızdaki hakkında bir kanaat, (ön)yargı geliştiririz. Olumsuz deneyimler de vardır ve anlayışımız, dünyaya bakış açımız doğrultusunda bir tolerans gösteririz. Ne var ki algılar değişkendir ve bireyler arası ilişkilerde nesnel ilkeler sayılıdır. Ahlâka giren konular, yüzyıllardır olduğu gibi, bugün de tartışılmaktadır. Moral değerleri sahiplenmek adına, bazen vicdan bile yetersiz kalmakta... Bu noktada, “Kendinize nasıl davranılmasını istiyorsanız, siz de karşınızdakine öyle davranın” sözü hatırıma geliyor. Bu nasihat, gündelik yaşantımızda fazlasıyla yer etmiş durumda. Öte yandan çağımızın bir sorunu da şu olabilir: “Karşımdaki davranışlarında özverili değilse, ben neden alttan alayım?” Böylelikle, en hafifinden kırgınlıklar doğuyor. İletişimde önemsenebilecek bir diğer boyutsa, sadece karşımızdakiyle değil, kendimizle de olan ilişkimiz. Bugünümüzle, yaptıklarımızla, iç dünyamızla ne kadar barışığız? Sahip olduklarımız ve olamadıklarımızın, maddiyatın ve maneviyatın anlamı ne? Asgari bir iç huzura sahipken, üzerinde düşünülmeye değer sorular bunlar.

***

İnsan olmak…

Bu iki kelimenin derinliği var. En basitinden, bilindiği üzere, kendimize dair saygının ifadesi burada saklı… Alçakgönüllülük ve nice değeri düşünürken, annemin paylaştığına yakın öykülere, örneklere hep ihtiyacımız var. Böylesi yaşanmışlıklarda hem kelimelere gereksinim kalmaz, duygular bakidir. Tarifsiz, güzel duygular…