Schipol Havaalanı’nda altı saat...

Joelle PİNTO Köşe Yazısı
3 Temmuz 2013 Çarşamba

Seyahat etmek beni çok mutlu eder. Bir keyif seyahatine çıkıyorsam eğer, yani bu bir iş gezisi veya mecburi bir ziyaret değil ise uçağımın tekerlekleri havaya kalktığı andan itibaren mutlu olmaya başlarım. Yol başlamıştır artık; birkaç saatin sonunda - veya ABD gibi bir ülkeye gidiyorsanız, birçok saat sonunda - sevdiğiniz insanlara, sevdiğiniz veya merak ettiğiniz ülkelere, yeni tecrübelere, güzel anılara, lezzetli yemeklere, keyifli sohbetlere, müthiş fotoğraflara kavuşacaksınız demektir.  Seyahatin bütün olumsuz yönlerini görmezden gelirsiniz, gideceğiniz yer gitmek istediğiniz bir yerse eğer. “Havaalanında check-in yapıp çabucak valizimi vereyim, kredi kartımın lounge’una gidip bir kahve içeyim dersiniz.” Fakat bir de bakarsınız ki, sizi o sevdiğiniz insanlara ve ülkelere götüren uçağın check-in sistemi değişmiş. Bir makineden check-in’inizi kendiniz yapmak zorunda kalırsınız. Nasıl yapıldığını bilmeyen onlarca insanın ardından kuyruğa girersiniz, siz de bilmezsiniz aslında makineyi kullanmayı.

Bütün gün iş için bilgisayar kullandığınız için, “Ne kadar zor olabilir ki?” dersiniz. “Offf, insanlar teknoloji özürlü” diye hayıflanırsınız. Sıra uzun dakikalar sonunda size geldiğinde şaşırırsınız. Çok kolay olması gereken, her yaştan insanın rahatça kullanması açısından çok daha pratik olacağını düşündüğünüz check-in ekranı zordur. Çok ama çok seçenek, gereksiz bir sürü soru, size çok vakit kaybettirir. Orada dolaşan bir yer hostesine tatlı dilinizle (sahte veya gerçek) “nasılsınız?” dersiniz. Hostes şaşırır çünkü kimse hatırını sormaz, herkes soru sorar. Hatırının sorulması suratında sabahın dördünde hafif bir gülümsemeye sebep olur. Size yardım eder, boarding pass’larınızdan ikisini de alır. Bu sefer de valizinizi bırakmak için ayrı bir kuyruğa girmeniz gerekir, yine sinirlenmezsiniz çünkü uçağa dakikalar kalmıştır. Üstelik bir kahve içecek vaktiniz de kalmıştır.

Üç buçuk saatlik uçuşun sonunda, beni bir sonraki uçağıma kavuşturacak Amsterdam’daki Schipol Havaalanı’na vardım. Neredeyse altı saat olan iki uçuş arasının bir saati, sadece beş masa dolu olmasına rağmen çok yavaş servis yapan Brasserie’de geçti. Hâlâ sinirlenemeyecek kadar uykusuz ama keyifli olduğum için birkaç mağazaya girmeye karar verdim. İsviçre, Hollanda ve Belçika çikolataları arasında dolaştım. Ne de olsa bakmak değil, yemek kilo aldırıyor... Parfümlere, içmememe rağmen sigaralara, üzeri Flemenkçe yazılı güzel ambalajlı içkilere baktım. Kitapçıya girdim, Dan Brown’un son kitabının Flemenkçe ve İngilizcesi’ni gördüm, hâlâ alasım gelmedi. İnsanları inceledim; sabahın köründe çocuğuna hamburger yediren anneye, üniformalarıyla yavaş yavaş sohbet ederek gate’e giden iki genç pilota, yetmişli yaşlarının sonlarında seyahate giden hayran olduğum bir çifte, valizinin üzerine küçük oğlunu koyup arabayla ikisini dolaştıran genç babaya, meyveli fındıklı yeni dev Toblerone’u heyecanla inceleyen kadına ve benden başka o anda kaç kişinin iPad kullandığına... O anda bu yazıyı yazmak içimden geldi. Schipol’de iPad’den yazdığım ilk köşe yazımı yazdım ve uçağa iki saat, yolculuğun bitmesine on buçuk saat kaldı...