Komplo üzerine

(...) Günümüzde de durum benzer. “Büyük Oyun, Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında devam ediyor” derler ve bunu yine bir komploya bağlarlar. Büyük İsrail’den söz ederler, hani Fırat’tan Nil’e uzanan bölgenin siyaseten Yahudi Devleti kimliği ile İsrail’e bağlanması arzusundan… Oysa günümüz konjonktüründe bunun olası olmadığını kendileri de çok iyi bilirler. Maksat “laf olsun torba dolsun, kafalar iyice karışsın”dan ibarettir, o kadar! (...)

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
31 Temmuz 2013 Çarşamba

Gelişen olayları komplo teorileri ile açıklamaya çalışmak bir yerde rasyonellikten uzaklaşmak, çıkagelen sonuçlarla baş edememek gibi bazı zaafları ortaya koyuyor. Elbette biriktirilen tecrübelerin derli toplu şekilde değerlendirilememesi, bunların basmakalıp yaklaşımlara mahkûm edilmesi de bu zaafa güç katıyor…

Arap Baharı diye adlandırılan ancak hiç de baharı anımsatacak bir durum ifade etmeyen sürecin gölgesinde kalan İsrail – Filistin sorunu, halen sinüs fonksiyonu halini korumakta, taraflar görüşme masasına bir yakınlaşmakta bir uzaklaşmaktalar. Konunun Ortadoğu bölgesi için ifade ettiği önem sanki bayağı bayağı gölgelenmiş durumda. Artık, Gazze’de çekilen sıkıntılar, Mısır’ın Refah kapısını ne yaptığı, Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerinin durumu, İsrail’e girişilen roket saldırıları, Hamas’ın, Hizbullah’ın ne dediği vs vs kimseciklerin umurunda değil, adeta.

Suriye’de yaşanan iç savaş, Mısır’daki darbe, sallanan Ürdün ve Körfez Ülkeleri, İran’da başlayan yeni dönem şu anda, doğal olarak, çok daha önemli. Bu sıkıntılı coğrafyada yakında çiçek verecek gibi duran Kürt oluşumunu da buna katarsak, etraf tam da komplo teorilerine zemin hazırlayacak nitelikte. Hatta geçtiğimiz ay yaşanan Gezi gösterilerini de bu olaylar zincirinin bir parçası gibi algılamaya pek bir istekli görünenler yok değil. Orada burada yabancı parmağı arayanlar şu anda iş başında, hummalı bir şekilde çalışıyorlar.

Oysa olaylardaki sebep sonuç ilişkilerini rasyonel bir şekilde etüt etmek, bunları siyasi bir telaşa izin vermeyecek şekilde değerlendirmek, bölge coğrafyası üzerinden geçmişi irdelemek, bunu buralarda yaşayan toplumların niteliklerini de göz önüne alarak yapmak, durumu daha doğru bir şekilde açıklayacaktır.

İşe 20. Yüzyılı iyi okumakla başlamakta fayda var. Bölgeye hâkim şu anki tablonun basit bir şekilde Arap – Yahudi çekişmesinin bir sonucu olmadığını,  bunu Yahudi lobiciliği ile yoğrulmuş Amerikan emperyalizmi ile açıklamanın doyurucu olamayacağını ifade etmek gerek. İşin içine Britanya’yı ve onun siyasi beceriksizliklerini de katmak lazım. Temmuz 1922’de imza altına alınan ‘Yeni Ortadoğu’yapılanmasında – İngiliz Manda idaresine giren Filistin toprakları, Ürdün nehrinin öteki kıyısında yarı bağımsız bir krallık şeklinde oluşturulan Abdullah’ın Haşimi Krallığı, ‘Büyük’ Suriye’yi deli gibi istemesine rağmen kendisine verilen Irak ile yetinmek zorunda kalan Faysal’ın Haşimi Krallığı, Fransa’nın manda idaresi altına giren, günümüzün Hatay’ı ve Lübnan’ı da dâhil Suriye toprakları… Bütün bunlar, “bon pour l’Orient” mantığının en basit şeklini ve kolonyalist bir yaklaşım ile zenginleştirilmiş, zor yönetilecek bir tabloyu ortaya koyar.

Keza, bunun öncesinde İngilizler ile Fransızların imzaladıkları Sykes – Picot Anlaşması, İngiliz Genel Valisi Sir Mc Mahon’un – Faysal ile Abdullah’ın babaları – Osmanlı’nın Hicaz Emiri’ne yazdığı ve Arapları Osmanlı’ya karşı ayaklanmaya davet eden mektubu ve nihayet Balfur Deklarasyonu… Bu süreçten Ortadoğu’daki tüm halkların etkilendiğini anlamak zor olmasa gerek: Sosyalist içerikli Arap milliyetçiliğinin bayraktarlığını yapmış Hıristiyan Arapları, Arap milliyetçiliğine dini boyut kazandıran Müslüman Arapları, bölgede tıpkı o günlerde olduğu gibi bugün de feodal bir yapı içinde yaşayan diğer etnik grupları ve bu arada 1980’li yıllara dek kimlikleri çok da önem ifade etmeyen Kürtleri saymak gerek. Yahudiler ise tüm bu halklardan yalnızca biri olmuştur.

Daha sonrası da önemli: İkinci Dünya Savaşı esnasında bölgede yaşanan Beyaz Kitap kısıtlamaları Yahudi – İngiliz çatışmasını gündeme getirmiştir. Bunun temelinde İngilizlerin Araplarla ilişkilerini iyi tutma kaygısı vardır – ki bu komplo teorilerinde pek yer bulmaz. Keza Arapların Hitler ile görüşmeleri ve bölgede Yahudi ve İngilizlere karşı savaşacak bir Arap ordusu kurma önerileri vardır ki, bu da es geçilmiştir.

Buna mukabil, eş zamanlı yaşanan Holokost’un Araplar için Nakba’nın en önemli nedenlerinden olduğu hep söylenir ve bu nasıl oluyorsa hep bir Yahudi komplosu olarak gösterilir. Balfur Deklarasyonu ile işi koparamayanların yeni oyunudur Holokost, kimilerine göre. 1947 taksim planı ile sona ereceği ilan edilen manda idaresi yerine kurulması öngörülen Arap Devleti’nin oluşmasına neden izin verilmediği ise hiç tartışılmaz.

Günümüzde de durum benzer. “Büyük Oyun, Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında devam ediyor”  derler ve bunu yine bir komploya bağlarlar. Büyük İsrail’den söz ederler, hani Fırat’tan Nil’e uzanan bölgenin siyaseten Yahudi Devleti kimliği ile İsrail’e bağlanması arzusundan… Oysa günümüz konjonktüründe bunun olası olmadığını kendileri de çok iyi bilirler. Maksat “laf olsun torba dolsun, kafalar iyice karışsın”dan ibarettir, o kadar!

İsrail’i Amerikan emperyalizmin maşası, Yahudileri ise Amerikan sisteminin sahibi olarak göstermek ve durumu onlardan bilmek, örneğin Rusya’ya veya Çin’e haksızlık olmaz mı? Burada etkili olmaya çalışan İran’ın çabalarını görmezden gelmek ne kadar doğru bir sonuca götürür bizleri?