Asla yorulma…

Köşe Yazısı 0 yorum
29 Ocak 2014 Çarşamba

David OJALVO


2006 yılından bu yana ‘27 Ocak’ tarihi ‘Uluslararası Holokost Kurtulanlarını Anma Günü’nü temsil etmekte. Bir kez daha insanlık tarihinin en korkunç sistematik katliamını hatırlıyor, duyuyor, duyuruyoruz. Yeri geldiğinde, yaşı kaç olursa olsun bazı doğal tıbbi ölümleri bile isyanla karşılarken, tarihin en ağır yaşanmışlığına karşı duruşumuz özünde duygu, düşünce, zaman gibi kavramların ötesinde.

Denilebilir ki, bir insanoğlunun ötekinin yaşamına kastettiği yerde, tartışılıp düşünülecek çokça ama çokça hassasiyet vardır. Kesinlikle öyle! Holokost’u anmanın çağrısı tam da burada. Bu öyle bir hatırlayıştır ki, ötekileştirme ve her türlü dışlayışı reddeder. Çıkış noktası Yahudi kimliği üzerinedir; boyutları II. Dünya Savaşı’nın tüm kayıplarını, insanlık tarihinin dününü ve yarınını kapsar. Tıbbi nedenler dışı her türlü ölümü düşündüğümüzde ve varoluşumuzu nasıl daha iyileştirebileceğimizi ele aldığımızda, varacağımız sonuçlar ortak ve benzerdir. Benim dini kimliğim, ailevi ve toplumsal geçmişim Holokost’u içselleştirmemin doğal nedeni. Biliyorum ki farklı kimlikler, insanlık tarihinin farklı yaralarını beraberinde taşır. Vurgulamak isterim, bu ayrıştırıcı değil, dikkatli bakar ve sezersek, birleştirici bir olgudur. İçinde barındırdığı mesaj ise açık ve basittir: insanın varoluşuna saygı.

Her ne kadar varoluş hakkını sadelikle savunsak da, dünyanın pratiği gerçeği henüz bunu tam olarak görmüyor, göremiyor. Toplumu bireyler oluşturuyor ve toplumsal düzen, bireyin sade varoluşunu arka planda bırakıyor. Toplumsallık ötekileştirmenin yıkıcı potansiyeline yenilirken; birey, toplum için feda edilebilir konuma geliyor. Bu ötekileştirme, bireyin taşıdığı kimlikler üzerinden siyasiyi propagandaya dönüştürülürken, altta yatan kaygının ekonomik nedenlere dayandığı yine toplumun genelinde anlaşılamıyor. Yazımdaki amaç, ‘birey ve toplumsal düzen’ üzerine bir tartışma sunmak değil. Sadece bireyi, toplumun geneli için feda edilebilir kılan, yani savaşların cereyan ettiği düzene dikkati çekmek istiyorum. Bireyin mutlak varoluşunu üstün tutan bir dünya düzenine ‘ütopya’ mı derdiniz?

I. Dünya Savaşı’nın sonuçları, Versay Barış Antlaşması ile Almanya’nın altında bırakıldığı ağır ekonomik koşullar, II. Dünya Savaşı’nın hazırlayıcı sebepleri arasında sayılır. Şizofrenin eşiğinde nevrotik bir psikopat, Hitler’in diktatörlüğünde tüm dünyayı ele geçirme ihtirasına tutulan Nazi Yönetimi’nin siyasi propagandası Yahudi kimliği üzerine kuruluydu. Kaç Alman vatandaşı, yaşadığı dönemde aradaki farkı görebildi? Diktatörlüklere zemin hazırlayan ve onun esareti altında yaşayan bir toplumun düzeni bugün de fazlasıyla incelenmeye değerdir.

Bireyin varoluşunu savunmak kadar, daha iyi bir refah düzeyine erişmek her toplumun doğal hakkıdır. Günümüz dünyasında gelir dağılımındaki adaletsizliği gidermek, kimlikler üzerinden yapılan siyasetin ayrıştırıcı ve yıkıcı boyutlara varmasını engellemek, yönetimlere bırakılmayacak kadar temel ve hassas konulardır. Bu talebi dile getirenler, kimliği tarafından yaralanmış kesimlerce sınırlı kalmasa keşke. Toplumların gelişimi basit ekonomik gereksinimlerle, parametrelere indirgendiği sürece, geleceğe dair bu ve benzeri beklentiler, yine belli çevrelerin dışına çıkamayacaktır.

***

Bu haftaki yazımı hazırlarken önce başlığı belirledim: Asla yorulma…

Holokost’u ve yaşama hakkını zedeleyen her türlü sebebi anmaktan, anlatmaktan, düşünmekten yorulmamalıyız. Bu sadece kaybettiklerimize veya geleceğe yönelik değil, bugüne ve kendimize karşı taşıdığımız bir sorumluluktur. Ütopyaları, daha iyi seçenekleri düşlerken bile, karınca kararınca da olsa günümüze katabileceklerimiz vardır.

 

1 Yorum