Benjamin’in ‘aura’sı

Tarih, hem Marksist olup hem de Yahudi mistisizminin peşinde koşan çok özel bir Alman aydınının hüzünlü hayat hikâyesini yazar. Bize düşen ise, hem o aydını saygıyla hatırlamak, hem de kötülüğün sınırsız icraatını bir kez daha gözler önüne sermek olmalı…

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
5 Şubat 2014 Çarşamba

“Yaşamak izler bırakmaktır”

Walter Benjamin


1940 yılının 25 Eylül gününde o zamana kadar kamuoyunda pek tanınmayan bir Alman Yahudi aydını Nazilerden kurtulmak ve o günlere özgü tüm komünist ve Yahudi aydınların aldıkları karar gibi Amerika’ya kaçmak için Fransa’nın en güneyinde bulunan Portbou kentine varır, uzun ve yorucu kaçak bir yolculuktan sonra… Yanında onun gibi aynı kaderi paylaşan kimi komünist ve Yahudi dostları da bulunmaktaydı. Tam İspanya sınırını geçip orada bekleyen bir gemiyle özgürlüğüne kavuşacağını düşündüğü an İspanyol polisi o kadar kişi arasından kendisine vize almadan içeri giremeyeceğini söyler ve dünyası kararır. Zira vize demek Nazilere yakalanmak demekti. Portbou’ya geri döner. Rüşvet imkânlarını araştırır, ama çabaları boşa gider. Kafka’yı incelediğinde hissettiği büyük umutsuzluğu hatırlar. Oysaki bir hafta sonra arkadaşı Hannah Arendt aynı yolla Amerika’ya kaçmayı başaracaktı…

***

Alman ve Yahudi düşünürlerin önde gelen isimlerinden biri olan Walter Benjamin’den bahsediyorum.

1892’de asimile olmuş bir Alman Yahudi ailesinin çocuğu olarak Berlin’de doğan Benjamin, aldığı sıkı eğitim ve yaşadığı entelektüel çevrenin de yardımıyla felsefe, sanat, tarih ve edebiyat gibi farklı disiplinlerde değerleri ölümünden sonra anlaşılacak çok önemli eserlere imza atacaktı.

Bir estetik kuramcısı olarak, bugünler için bile aykırı gelebilecek bir sanat estetiği düşüncesine sahipti. Bir orijinal eserin çoğaltılmasının onun ‘tek’liğine ve dolayısıyla yarattığı özgün ‘aura’sına büyük darbe vurduğunu ileri sürerek, fotoğraf ve sinema sanatlarının ‘çoğaltılabilir’ özelliğinin gerçek sanatın aurasına en büyük zararı vereceğini iddia etmişti. Bugün bir kahve fincanının üzerinde La Joconde’un resmini gördüğümüzde Benjamin’e hak vermek gerekebilirdi belki de.

Benjamin sonraları, evliyken tanıştığı bir Rus kızı sayesinde kendini komünizme, daha doğrusu marksizme adar. Bertolt Brecht ile arkadaşlığı onu sol çizgiye iyice yapıştırır. Sanatın çoğaltılabilme özelliğini eleştirirken bu kez, sanatın politize edilmesinin faşizmin politikayı estetize etmesine karşı en iyi yanıt olacağını iddia eder ve devrimci sanatın peşine düşer.

Nazilerin iktidara gelmesiyle birlikte Paris’e yerleşir ve orada özellikle Marcel Proust ve Charles Baudelaire’in eserleri üzerine bugün bile çok ses getiren geçmiş-şimdi-gelecek üçlüsüyle ilgili önemli felsefi metinlere imza atar ve Paris entelektüel dünyasında tanınmaya başlar.

Nazilerin baskısını orada da hissederken, marksizm ve yahudi mistisizmini birlikte formüle eden düşüncelerini duyurur çevresine. Her ikisinin de birbirlerini tamamlayan kavramlar olduğunu ileri sürer. Arkadaşları Bertolt Brecht ve Adorno bu fikre şiddetle karşı çıkarlar. Lakin o konuşmaya devam eder: “Biliyoruz ki Yahudiler geleceği araştırmaktan men edilmişlerdir. Tevrat ve dualar onları hep hatıralarla eğitir. Oysaki bu gerçek, geleceğin içi boş, tekdüze bir zaman dilimi olduğuna işaret değildir. Zira her saniye zamanın içinde Messiah’ın (Mesih) içeri girebileceği dar bir kapı mevcuttur.” Daha da ileri gider ve şöyle der: “Komünizmin umudu Messiah için de bir çeşit umudu ifade eder…”

Walter Benjamin’in Paris hayatı Hitler’in Fransa’yı işgaliyle sona erer. Zira hem komünist hem Yahudiydi.

Geçmiş daha tamamlanmamıştır. Geçmiş bütünüyle geçmemiştir. Geçmiş kuşaklarla şimdikiler arasında durmaksızın bir ilişki vardır” der ama 26 Eylül günü İspanya’ya geçiş vizesi olmadığı için büyük bir umutsuzluğa düşer ve Nazilerin cirit attığı Portbou’daki otel odasında, yanında bulundurduğu ve  ‘bir gün lâzım olur’ düşüncesiyle sakladığı 50 adet uyuşturucu hapını içer ve orada hayatına son noktayı koyar, 48 yaşında…

Bertolt Brecht, onun için, Hitler’in Alman edebiyatına verdiği ilk ciddi kayıp diyecekti, intiharın duyurulmasıyla. Bir başka arkadaşı Arthur Koestler ise bu habere dayanamayıp kendisi de intihara kalkışacak ama başaramayacaktı.

Walter Benjamin, arkadaşı Adorno ve Gershom Scholem sayesinde bütün dünyanın tanıyacağı ünlü düşünür olacaktı intiharından sonra…

Nietzsche’nin dediği gibi; ‘bazı insanlar ancak ölümlerinden sonra doğarlar’dı…

Onun ‘aura’sı hep yaşayacak.