Beynin yüzde 10’u yeter

Yankı YAZGAN Köşe Yazısı
12 Mart 2014 Çarşamba

İnsanlar zor kararlarını verirken nasıl, neye göre davranırlar? Hayattaki zorluklar karşısında nasıl hareket edeceklerini anlayabilir miyiz? Bu tip kiminize antika gelebilecek soruların cevaplarını anlamaya ve anlatmaya çalıştığım yazı ya da konuşmalarda, beynimizin duygular ve düşüncelerimizi nasıl harmanladığının üzerinde çokça duruyorum. Çünkü beynimizde neler olup bittiğini bilmek zihnimizi, hislerimizi daha iyi anlayabilmemizi sağlıyor.

Her neyse, bu konuları bir seminer ya da konferans ortamında, askerlerden tüccarlara uzanan bileşimlerdeki topluluklarla ele aldığımda görüyorum ki, insan beyninin gündelik hayattaki kararlarımız, duygularımızın oluşumunda ne tür bir rolü olduğunu merak edenler çok. Dinleyicilerin soruları ise ilginç ve ötesi; her zaman.

Hele beyin görüntüleri ile ‘süslenmiş’ konuşmalar dinlemiş, başına sonuna nöro takısı getirilerek bilimsellik havası verilmiş görüşler, kitaplardaki mitlere dayalı sorular en ilginç olanlar.

Konferanslarda sıkça karşılaştığım bu ‘mit’ sorulardan bir tanesi: “Beynin ancak yüzde 10’unu kullanıyormuşuz; bu oranı arttırmanın bir yolu yok mu?” Bu soruya “elbette var,” diye yaklaşan ve “buradan buyrun” diyerek yol gösteren birisi olsa, peşinden gitmez misiniz? “Arazinin yüzde 5’ine imar izni veriliyor, ama ben sana yüzde 50’si için bir şeyler ayarlarım.” diyenin peşinden gittiğimiz gibi bir gidiş olsa da... Biraz daha fazla beyin dokusu kullanabilsek, şimdiye kadar yaptığımız aptalca şeyleri belki bir daha yapmayız umudu işte.

Madem, akıl beyinde, ve beyinin sadece yüzde 10’unu kullanıyoruz; o zaman, yüzde 100’ünü kullansak, şimdikinin on katı akıllı olacağız anlamına gelir ki... Bu da, kurtuluşumuz olur. Kurtuluşu genişlemekte ve genişlemekte, genişleyecek orman ya da arazi kalmadığında balkon kapatma veya çekme kat yapmakta gören bir düşünce tarzı için zekâ geliştirmenin yöntemi, beyinde kullanılmadığını sandığı (dikkat, ipucu) alanlara taşmaktan geçer. Malûm, evler büyüdükçe dağınıklık artar. Giderek sayısı artan, kullanılmayan köşeler, ihtiyaç hiç duyulmamış ve duyulmayacak, ama belki lazım olur diyerek bir kenara konmuş, eşyalarla dolup taşar.

Beynimizin yüzde 10’unu değil de, kazara, yüzde 100’ünü kullanabildiğimizde, aklımızı kimbilir hangi lüzumsuz bilgilerle doldurup, sonra yine şimdiki akıllılık düzeyinde kalacağımızdan şüpheniz olmasın. Peki, beynin yüzde 10’unu mu kullanıyoruz? Genellikle... Daha fazlasını kullanamaz mıyız? Ne lüzumu var... Ziyan olmasın diye mi? Yoo, sadece, bu kadarı yetiyor da artıyor. Şöyle düşünün. Oğlunuzun anlattığı bir fıkrayı dinliyorsunuz; beyninizin her bölümü mü çalışmalı, yoksa, beynin dinlemekle, duygularla, şaka ile ilgisi olmayan bölümlerinin de bu  aktiviteye katılması yeterli mi? Diğer bölümler gerektiğinde mi katılmalı? Beynin yüzde 10’u çalışır, yüzde 90’ı da göreve hazır bekler.

Vücudumuz farklı mı? Her hareket için kasların yüzde 100’ü mü çalışır? Durakta otobüs beklerken, ayakta dururken, el parmaklarınızı çalıştırmıyorsunuz, ya da kulaklarınızı oynatmıyorsunuz. Ayakta durmak için hangi kaslar gerekliyse, onlar çalışıyor. Kalan kaslar, belki biraz sonra otobüse yetişmek için koşturacağımızda harekete geçiyor; kısacası, vücudumuzda hiçbir sistem, yüzde yüzünü aynı anda çalıştırmıyor. Toplam yüzde yüzlük kapasite ne yaptığınıza bağlı olarak, yüzde 10’luk görev birimleri şeklinde (farklı zamanlarda) çalışır. O yüzden beynin şu anda, şimdi kullanılmayan bir kesimini başka bir işlevde kullanabiliriz. Beynin yüzde 10’unu kullanmak, gerisini hurdaya çıkartmak anlamına gelmediği için, beyninizin (bir anda) yüzde 10’unu kullanabiliyorsanız, zaten işi çözmüşsünüz demektir. Her şeyin büyüğü ya da çoğu makbul değil.

Soğuk anneler gelişimi bozarmış

Annenin çocuğa uzak ve soğuk duruşunu çocuğun gelişimindeki aksaklığa sebep olacağını düşünen psikanalistler bunu neye dayandırıyordu, belli değil. Ancak çocuğunun ciddi bir gelişim bozukluğu olmasının sebebi olarak görülmek anneyi ömür boyu sürecek ve çocukla ilişkisini onarmasına olanak vermeyecek bir bir suçluluk duygusunun ortasına adeta gömmekteydi. 

Aradan geçen zamanda toplanan kanıtlar otizmin (bir çok başka gelişimsel sorun gibi) anne karnındaki ilk 12 haftalık dönemde beyin gelişiminde ortaya çıkan bir aksaklığın, doğumdan sonra çocuk için ideal olmayan çevresel (sadece psikolojik etkenler değil, hava kirliliğinden ekran karşısında saatler geçirmeye kadar uzanan çeşitlilikte) küçük ‘katkıların’ etkisiyle daha belirginleştiğini göstermekte.

Televizyon doktorlarından birisinin ülkemize kaçak ithal ettiği bebekle ‘gün boyu/hafta boyu’ zaman geçirme terapisi ile otizm tablosunun düzeleceğini düşünen çok sayıda anne var. ‘Acaba nerede hata yaptık, neyi eksik yaptık ?’ demeye hazır olan annelere, çocuklarına yeterli desteği hiç bir zaman tam vermediklerini düşündürmek pek zor değil. Üstelik, çalışıyor olmakla kocalarına vermeleri beklenen hizmetleri de eksik verdikleri sık sık belirtilen kadınlar bu sefer de çocuklarını ihmal ettikleri onlara soğuk davrandıkları ‘propaganda’sıyla karşılaştıklarında iyice dağılıyorlar.

Bu saptamanın ardından önerilen ‘terapi’de, bebeğine soğuk davranma hastalığına tutulduğu iddia edilen anneler, bebeklerini hiç ağlatmamaya, çocuğun canı ne isterse onu yaparak ve üzmeyerek, çocuğu memnun etmeye programlanıyorlar.

Kadının çalışma hayatında yer almasının ‘lanet’inin çocuktaki gelişim bozukluğunda çıktığı telkinini içeren bu tür ‘uzman’ görüşleri anne-çocuk ilişkisini ‘suçluluk’ duygusuyla onarmayı amaçlıyor olsa bile bunun gerçekleşmesinin imkânsızlaştıracak bir ortam yaratıyorlar. Çocuğun gelişimiyle ilgili tüm sorumluluğu annenin üstüne yıkan bu yaklaşım tarzı, annenin rolünün önemini üç beş kademe yukarı taşıyıp, ‘olumlu etkisi önemli olanın olumsuz etkisi de önemlidir’ çıkarımına ulaşıyor. Oysa, annelerin tutum ve yaklaşımlarının otizm ya da herhangi bir gelişim probleminden çıkışta önemli katkısı olması, bu probleme girişte benzer bir etkinin olduğu anlamına gelmiyor. Otizmi olan çocukların annelerinin zaman içinde çocuklarıyla ilişki kurmakta zorlanır hale gelmelerini (sürecin sonucunu), durumun sebebi olarak görmek ‘soğuk anne’ teorisini doğmadan öldürüyor. Ama acıklı hikâyelere olan popüler ilgi, işe gidip sıkı çalışarak çocuğunu ihmal eden ve ‘otistik’ yapan anne hikâyesinin akla yakın gelmesine olanak veriyor. Akla yakın olan her zaman gerçek değil. Annelerin suçluluk duyması neredeyse otomatik; gerçeği doğru görememeleri, olmayan suçu üstlenmeleri ise çok kolay. Bu tip duygu istismarcısı uzmanlara kulak asmamak ise zor.