Kötülüğün sıradanlığı

Riva ŞALHON Köşe Yazısı
18 Haziran 2014 Çarşamba

İnsanlar hiçbir zaman kötülüklerin parçası olduklarını kabul etmek istemezler. Kötülüğü kişileştirmeye ve sıra dışı diye sınıflandırmaya çalışırlar. Hâlbuki kötülük bizimledir. Uzaktaki canavar değildir. Günlük hayatta güçlüyü memnun etmek için yapılan davranışlardır bazen. Dedikodu, iftira, birey olmaya çalışana karşı çıkmak, sözlü taciz gibi saldırgan tavırlar genel gidişata uygun iken kötülük olarak algılanmaz.

Hannah Arendt’in ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ adlı kitabında tam da bu düşünce anlatılmaktadır. Arendt, kitabında Eichmann örneği üzerinden, kötülüğün hiç de sanıldığı kadar sıra dışı ve istisnai değil, ne kadar sıradan ve yaygın olabileceğine işaret eder.  Asıl korkutucu olan da budur. “Eichmann’a ve benzeri birçoklarına ilişkin sorun, fazlasıyla ve ürkütücü biçimde ‘normal’ olmalarıdır” der. ‘Görevini yapıyordu emirleri yerine getiriyordu’ şeklinde bürokrasi kurbanı gibi gösterilir kötüler. Hâlbuki kötülük bürokratların ve canilerin tekelinde değildir. Arendt’in de iddia ettiği gibi kötülük, katılımcıların tasarrufundadır. Kötülük, yalnızlık çeken, anlamsız hayat yaşayan orta sınıfın bir akıma tamamen eğilmesidir. Hatta bu eğilime biat etmekten de öte bir süre sonra kendi yaratıcılığını konuşturduğu bir uygulamaya dönüşür. Örneğin Eichmann kendi yaratıcı uygulamaları ile gurur duyuyordu. Kendisine verilen talimatların dışına taşan hareketlerde bulunmaya çekinmiyordu. Yok etme ile ilgili yeterli çabayı gösteremediğinden endişe ediyordu.

Arendt’e göre kötülük, düşüncesizlikten kaynaklanıyor. Aptallıktan veya bürokratik gereklilikten öte bir şey bu. Bu, dünyayı mevcut klişelerin dışında algılama özrü. Yani genel gidişatı sorgulama tavrı gösterememe düşüncesizliği, kişiyi kötülüğün bir parçası olmaya itiyor. Hepimiz kolaylıkla kötülüğün bir parçası olabiliyoruz.

Trier’in Dogville adında bir film vardı. Film, bir kasabaya sığınan güzel bir kız üzerineydi. Kendi halinde ve ahlaklı görünen kasaba halkı başta Grace’e acıyordu,  ancak daha sonraları kızın onlara muhtaç olması ve peşindekilerin kasabaya bir tehlike oluşturması, kasaba halkında kızdan türlü şekillerde faydalanma hakkı doğuruyordu.

Hâlbuki Grace’in peşindekiler sadece zengin babası idi ve Grace babasına olan inatçı tavrından kendini isteyerek kurban konumuna sokmuştu. Bunu bilmeyen orta sınıf akılsız halk, kötülüğün banalliğine kapılıp birbirlerinden ve kızın acizliğinden aldıkları müthiş destekle kızı sömürmeye başlamışlardı. Başta iyi görünen halk aslında sadece pençesizdi. Grace son sahnede babasının kendisini gelip eve götürmesine izin veriyordu ve babasına bütün kasaba halkını öldürtüyordu.

Sonuçta, genel gidişatı sorgulamayı bıraktığında herkes en masum ve iyi huylu görünen insanlar bile kötülüğe hizmet ediyor hale gelebiliyorlar. Örneğin şehri geliştirme fikrini destekler gibi yola çıkıp şehrin su yataklarının ve ormanlarının katliamına göz yumanlar gibi. Hem de bütün iyilikleri ile…  Kötülüğü geliştirip mükemmel hale getirmeye çalışıyorlar.

Kötülüğün sıradanlığı ve bayağılığı burada işte. Birey olabilen, içine bakabilen toplumlar kötülüğün sıradanlığından sıyrılabilir. Aklını kullanıp  ‘bu yanlış’ diyebilir. Sadece dış dünyaya bakarak onu ziyadeleştirmek , ‘kötülüğün bayağılığı’nı sürdürecektir...