Yaşam üzerine belki de en çok, zorlandığı anlarda düşünüyor insan. Bir hastane koridorunda, güneşli ve kavurucu İstanbul’da, yağmurlu ve soğuk Paris’te, Filistin’de, Aşdod’da, Tel Aviv’de... Moskova’da bir metro treninde ya da göklerde Malezya uçağında... Nerede olduğunun yok bir önemi. Tüm koridorlar aynı yere çıkıyor. Öyle bir yer ki, her şey anlamını yitiriyor. Yaşamın, varlığımızda her an gerçekleştiğini unutuyoruz. En lezzetli yemeği getirseler önümüze... Tatsız! Yiyesi bile olmuyor insanın. Geçmiyor kursağından. En güzel müziği dinletseler... Sessiz! Duymuyor kulaklar. Tek anlamı olan, orada olmak, yanlarında olmak, sımsıkı sarılmak sevdiklerine -fiilen sarılmak ya da gözlerinle, yüreğinle sarılmak- ve paylaşmak. Sevgiyi paylaşmak. Bir de ne gerekiyorsa onu yapmak tam o anda... Hastayı rahatlatmaya bakmak. Bazan işinin uzmanı bir burunun hazırladığı oda kokusunu kullanarak o minicik odamın atmosferini değiştirmek: Limon çimeninin rahatlatıcı etkisine, bir kaç nota aksaya ve nergis ekleyerek ağır ağrı kesicilerin yarattığı halüsinasyon etkisini azaltmaya çalışmak.
14 Temmuz cumhuriyet bayramı kutlamalarına hazırlanan Paris’teyim. Şehrin en önemli ve turistik caddesi trafiğe kapatılmış, tüm sabah fener alayı geçidi yapılacak. Biraz yavaş, biraz sakin ve sessiz ama piyadeleri, atlıları, motorluları, tankları, uçakları ile ağır ve zengin bir güç gösterisi. Öte tarafta, yaşamlarımız boyunca deneyimlediklerimiz, hastalıklar, hali hazırda tüm medyayı saran haberler yaşamlarımızın nasıl da kırılgan bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu bağırıyor bangır bangır: Sübtil ve geçici... Kimi kanser hücrelerinin istilasında bir can taşıyor, kimi Gazze’de, Tel Aviv’de, Aşkelon’da bambaşka bir düşünce kanseri istilasında... Roketlerin altında ya da kötü huylu tümörlerin istilasında yaşamlar... Savaş mikro ya da makro düzeyde devam ediyor. Hastane koridorunda daha da net anlıyor insan, Filistinlisi, Arap’ı, Yahudi’si, Türkü, Kürdü, Alevisi aynı evrensel kuralların etkisinde. Moskova’da o metro treninde bulunanların, Filipinler’de tayfunun etkisi altında ya da düşürülen Malezya uçağında yok olanların dinleri, milliyetleri, etnik kimlikleri, derilerinin rengi değildi önemli olan. Yaşam yolculuğunun özünde yok ki bütün bunların bir farkı. Ülkeler kendi çıkarları söz konusu olduğunda feda ediyor halklarını. Tam da bu nedenle savaşın da yok bir galibi... Kaybedenler ise halklar ve çocuklar...
İlla bir kazanan olacaksa, dünyayı saran bu kaosun, bu nefret söylemlerinin içinde asude kalabilen, yaşamın belki de tek anlamını, içimizde barındırdığımız sevgi ve şefkati dışımıza yansıtabilen ve paylaşabilendir sanırım.
Ne 14 Temmuz, ne 29 Ekim, ne roketler, ne demir kubbe... Yaşam sadece bir nefes sevgi.
Düşünmeden edemiyorum, dünyanın savaştan ve hastalıktan arınmış bir yer olmasını dilemek çok mu naif bir dilek acaba?