Atalarımızın yediği ekmeğin tadının peşinde

Sami AJİ Köşe Yazısı
1 Ekim 2014 Çarşamba

Yıllarca evvel ABD’nin Minneapolis Havaalanı’nda dönüş uçağını bekliyorduk.

Her zaman olduğu gibi, eşimle, son dakika alışverişleri için dükkânları dolaşırken jütten yapılmış küçük bir torba gözümüze ilişti. Üzerinde ‘wild rice’ (vahşi pirinç) yazılı idi.

Merak ettik, sorduk. Görevli bize pirincin Minneapolis göllerinde* tabii olarak yetiştiğini ve Kızılderililerin binlerce yıldır, bu pirinci topladıklarını, güneşte kuruttuktan sonra yediklerini izah etti. Torbayı açtı ve bize pirinci gösterdi siyah, uzun ve cılız danelerdi. Eşim gerekli pişirme tarifini dikkatlice not ettikten sonra, bir torba satın aldık.

Fiyatını söylemeyeyim daha iyi; havalara fırlarsınız.

Organik diye tanımlayabileceğim gıda türü ile tanışmam böyle oldu. 

Ancak ‘organik’ kavramı, nispeten kısa bir zamanda öylesinde bir gelişti ki, artık gıdayı da aştık, giyime, kullanılan bazı kırtasiye malzemelerine, bazı boyalara varıncaya kadar her şey organik olarak ve tabiatıyla daha yüksek fiyatlarla satışa sunuluyor.    

‘Organik’ kavramı böylesine gelişip yayılınca ve hele dünya çapında kabul görünce, daha ileri gidip daha da orijinal bir fikrin ortaya atılması kaçınılmazdı. Nitekim de buna dair ilk işaretleri almaya başladık.

Tevrat’taki atalarımızın kullandığı tohumları yeniden ticari bir hale getirip, onlardan ürettiğimiz hammaddelerle imal edeceğimiz gıdalarla beslenmeye ne dersiniz?

Binlerce yıl evvel yaşayanlar herhalde bugüne göre ‘süper doğal’ bir şekilde toprağı işliyorlardı. En önemli dertleri hava şartlarının uygun gitmesi ve buna paralel olarak çekirgelerin istilası idi. İşte bu yüzden iyi mahsul yıllarındaki ürünlerini, en iyi ve en uzun süre saklayacak muhafaza yöntemleri bulmaktı. Bu yöntemlerden günümüze kadar gelen etkin sistemlerden biri buğdayı toprağın altında kazılan kanallara yığıp üstlerini saman ve toprakla örtmektir. 

 Atalarımızın sağlıklı bir yaşam sürdükleri de en sık ortaya atılan iddialar arasında (her ne kadar tarihi belgeler bu konuda çelişkili bilgiler taşıyorsa da böyle bir inanış var). 

İşte bu varsayımdan hareketle, başta İsrail olmak üzere atalarımızın yedikleri bitkileri bulup aynılarını üretmek üzere çalışma ve araştırmalar başladı. İlk ürünleri piyasaya çıkmaya başladı bile.

Bir örneğini sizinle paylaşmak isterim. Aslında olay yeni değil. Belki inanmayacaksınız ama kökü 100 sene evveline dayanıyor.

Aaron Aronson adlı ünlü bir botanik uzmanı, 1900’lü yılların başında İsrail’e yerleşiyor. Kendisine yörenin bitkisel haritası çıkarılması görevi veriliyor. 1906 yılındaki araştırmaları esnasında Hermon Dağı’nın eteğinde, tabii halde yetişen bir buğday türüne rastlıyor. Bu türü yakın incelemeye alıyor ve bir süre sonra, bu buğdayın aslında, cinsinin en eski ‘anaç’ı olduğunu keşfediyor. Buluşu hem tarım hem de arkeoloji dünyasında müthiş bir ilgi görüyor. Çünkü o arazide bulduğu tahılın adı Triticum Diccoides, diğer bir deyimle ‘Buğdayların Anası’dır.  Bu buğday ‘eincorn wheat’ olarak da adlandırılıyor.

Bu haber süratle yayılıyor. Aaronson ABD’ye davet ediliyor ve İsrail’de hem araştırmalarını sürdürmesi hem de Atlit şehrinde bir gen bankası kurulması için kendisine geniş mali kaynaklar tahsis ediliyor. Ancak, Aaronson bir kaza sonucu ölünce, araştırmalara devam edilemiyor ama gen bankası faaliyetlerini sürdürüyor.

Aradan bir asır geçiyor ve birkaç yıl evvel bu genler tekrar ilgi odağı oluyor.

Saklanan buğday tohumları tekrar hayata geçiriliyor. Ekimlerine başlanıyor hatta tohumlar birçok ülkeye de ihraç ediliyor.

İşte, tam bu safhada, özellikle ABD’den ve bazı Avrupa ülkelerinden ilginç bir teklif geliyor: “Bu tohumları ilk olarak kullanılan ülkede ekelim ve o bölgelerden gelecek buğdayları biz ABD’de ve AB’de işleyelim.” Fikir kabul görüyor ve bu suretle Batı Şeria, İsrail ve Ürdün çiftçileri arasında geniş bir işbirliği oluşuyor. Çünkü bu ülkelerde genelde tarlalar çok küçük boyutlardadır. Dolayısıyla üretim maliyetleri çok yüksektir. Ama bu şekilde ‘Holy Land’de özel ve yüksek değerli bir ürün çeşidi ortaya çıkarılırsa, kârlılık oranı bir anda katlanacaktır. Bütün siyasi ihtilaflar bir kenara bırakılarak denemelere başlanıyor.

Nitekim bu projede çok uzun mesafeler alınmış ve neredeyse kendiliğinden oluşan bir reklamla satışlar hızlı bir artış göstermeye başlamıştır. “Dünyanın en eski buğdayından yapılmış undan ekmeğinizi yapın, yüzde yüz organiktir.”  (Bundan şüpheniz olmasın).

Lezzetine hayran kalacaksınız.” (Tatlar, zevkler ve renkler tartışılmaz).

Yazıma vahşi pirinçle başladım. En az 10.000 yıllık bir geçmişi olan buğdayla bitiriyorum. Gördüğünüz gibi merak dürtüsü, hayal gücü, ilim ve teknolojinin desteğiyle araştırmaya başlayan insanlar bizi adeta zaman yolculuğuna çıkarmaktadırlar. (Yakında, parklarımızda tasmalarla dolaştırılan dinozor yavrularını görürsem şaşırmam.)

 Ama esas olan, Kızılderililerin pirincini veya atalarımızın ekmeğini yemek değildir. Önemli olan bu keşiflere varmak için kullanılan metot ve tekniklerin günlük hayatımızın diğer ihtiyaçlarına dolaylı olarak yansıtılmasıdır.

Özetle yenilik ruhunu ve heyecanını sürdürmeye muvaffak olacak toplumlar, geleceğe de ümit ve güvenle bakabileceklerdir.

 

* Minneapolis, ‘The City of Thousand Lakes / 1000 Göllü Şehir’ olarak anılır.