Güneşin izinde

Köşe Yazısı
3 Aralık 2014 Çarşamba

David OJALVO

 

Antalya-Üniversite yıllarımdan başlayarak bugüne değin, bugün dâhil yaşam, yaşamın anlamı ve varoluş kavramları üzerine düşünüyorum. İçimdeki arayış sürecinin bitmesini bekleyemem; sadece aşama kaydediyor (veya kaydedemiyorum). Bu yazımı kaleme almakta olduğum an gibi, bazen oturuyorum ve dinliyorum. İçinde bulunduğum salondaki sesler kulağıma çalınıyor; ama algılarım varoluşun cızırtılı sesine yöneliyor. Bazen saatlerce oturup, dinleyebilirmişim gibi geliyor. Boşluğu ve boşluğun içini dinlemeyi seviyorum; ama bu sevgi ruhumda coşkunluk hisleri yaratmaktan uzakta. Daha çok durağanım. Sakin bir sahilin gelgitleri izliyor gibiyim.

Son bir yıla kadar içimdeki anlam ve varoluş dengesini sanat ve sadelikle kurmuştum. Sanatın maddiyatla bağlantısının en az olduğu yüzeye, derinliğe dönük yüzüm. Bazı cümleleri tekrarlamak kayda değer… İyi bir kitabın/romanın dostluğu, sinemanın büyüsü… Bir tablo veya fotoğraftaki özgünlük, ince ayrıntı… İnsanın değişkenliğini, yaşamdaki rollerin çokluğunu anlatan tiyatro… Ruhun vazgeçilmez gıdası müzik… Estetik…

Varoluşta sadeliği özel olarak konumlandırıyorum; sadelik gösterişin karşısındaki nefesim. Onu yakaladığımda toprağa çıplak ayakla bastığımı hissediyorum. Basit örneklerim var. Kış soğuğunda bir bardak çayın veya bir kap çorbanın keyfi… Yol boyunca günbatımına karşı yürümek… İyi bir uyku… Şehir hatların vapurunda Kız Kulesi’ni, Haydarpaşa Garı’nı seyretmek… Sokaktaki kediyi sevmek… Örnekleri siz çoğaltın.

Maddi olan tüketime, tükenmeye tabidir. Bu acımasız bir gerçek mi, özellikle de bedenlerimizi düşündüğümüzde? Yoksa maneviyatın merkeze yerleştirip, arayışımızı şekillendirebileceğimiz bir kılavuz mu? Tüketim, tükenmek yaşamın kaçınılmaz bir parçası; fakat terazinin karşı kefesi de var: üretmek!

Üretemeye inancım, güvenim hâlâ sonsuz; geçerli… Gelgelelim hayalperest, idealist davranmanın üzerine kara bulutlar çöktü epeydir. Toplumsal düzen ve ülkemizin üzerindeki güneşi görmekte çok zorlanıyorum. Bulutların ardından süzülen aydınlıkta tarihsel izleri seçebiliyorum. İçimizdeki aydınlık ve ışığı hatırlatabilirdik birbirimize; fakat benzer manevi lisanı paylaşmaktan da uzaklaştık, uzaklaştırıldık. “Duygular ve moral değerler para etmiyor.” Gözden kaçırdığımız ve bizi bencillikte bırakan nokta burada. Duygular, moral değerler bağımsızlık ister. Onların kaybı beraberinde yabancılaşmayı da getiriyor. Benimse son dönemdeki yabancılaşmam sosyal yaşamlarımızı kuşatan şiddetli tüketim anlayışına karşı. Öyle ki paylaşımcı bireyler ve toplum olmaktan uzağız; doğrudan değilse de dolaylı bir şekilde aynaya bakıp kendimizi izliyoruz… Böylelikle aynı odadaki havayı solumayı, sahiciliği, sıcaklığı arıyorum. Bu keşiflerim ve keşiflerimin ruhumda tetiklediği değişim arayışı da beni ayrıca zorluyor. Yeniden bulutların sakladığı güneşe erişme çabasındayım. Onu göremesem de, ona layık davranmam gerektiğini vicdanım bana unutturmuyor.

Yazımı sonlandırmadan bir değini daha… Geleceğe sabırla ilerleme, bugünü hakkıyla yaşamak derken geçmişle bağlarımızı da hatırımızda tutmalıyız. Teknoloji ve yeniliğin peşinden giderken dün sanki parça parça içimizden, algılarımızdan kopuyor. Bu da anlam arayışında fazladan boşluklar doğuruyor. Onları da dikkatle düşünmekteyim ve 31 Aralıktaki yeni yıl yazımda kaleme alacağım. Yaşadığımız bu düzenin kanımca manevi açıdan bize borcu var. Bu, aynı zamanda içimdeki ince özlemi de anlatıyor…