‘Anne-babalık’ bir moda mı? (1)

Yankı YAZGAN Köşe Yazısı
14 Ocak 2015 Çarşamba

Çocuklu hayat üzerine yazıp çizen ve tartışıp konuşan birisi olarak söylediklerimin nasıl bir yarar sağladığını merak eder dururum. Anne-babalık kitaplarına (ya da bloglara, yazılara) bakarak çocuk büyüten ülkemizde kaç kişidir acaba? Anne-babalık ile ilgili herkesin ağız tadına uygun tüyolar veren ya da çocuk nasıl formatlanır, onu öğretiyorum diyen kitapları bile katıp bir hesap yaptığımızda hangi oranı tutturabiliriz?

Aklıma yemek kitapları geliyor. Yüksek kaliteli fotoğraflarda sunulan bostan patlıcanların, buğday tanelerinin ya da sucuk dilimlerinin bir sanat eseri hissi doğurduğu güzel baskılı olanları da var, pratik olsun diye ele gelir boyutlarda hazırlanmış cep tipi olanları da… Ortak noktaları, bu kitaplardaki birçok yemek tarifinin ya hiç yapılmaması, ya da pişirenlerin tümüyle kendi yorumlamalarının süzgecinden geçip bambaşka biçimlerde üretilmesi. İtalyan yemek kitapları duvardaki rafta dizili durur, arada zevk için karıştırırız; ama akşam oldu mu penne all’arrabbiata yapmak yerine kıymalı fiyonk makarnaya yoğurt ekler yeriz.

‘Çocuk nasıl yetiştirilmeli?’ gibi hegemonik bir cevabı göz göre göre davet eden anne-baba sorularına yanıt veren ebeveynlik kitap ya da makalelerinin okunma biçimi bu yemek kitaplarınınkine benziyor. Okuyup okuyup bildiğimizi yapıyoruz.

Konferanslarda, seminerlerde de ‘daha iyi anne-baba olabilmek için’ söylenenleri pek ciddiye almıyoruz; daha doğrusu, çoğunlukla kafamıza yatanları, bize ters gelmeyenleri ciddiye alıyoruz.

Bilimden beklentimiz formatlayıcı ya da ‘doğru yol’u gösterici olması değil bulgularıyla ışık tutması olursa, bilimin ortaya koydukları anne-babaların hayatına bugün geçmiştekinden daha çok şey katabilir.

Günümüzün hayat biçimi, çalışma, üretme, yaşama vb sistemlerimizin ‘fabrika ayarları’nın geçerli olduğu bir geçmişe göre, daha konforlu (ısınmak, barınmak, giyinmek neredeyse sorun değil) ve daha tehlikesiz (‘vahşi’ doğadan uzaktayız). Bu değişimler en azından toplumumuzun AB tipi tüketici diye tanımlanan sosyoekonomik grupları için geçerli olduğu gibi, ‘orta gelir’ düzeyinde bir ülke olmanın verdiği avantajlar yoksulları da ‘otomobil, telefon, buzdolabı’ gibi eskinin zenginlik işaretlerinin sahibi yaparak en azından zengin hissettiriyor. Rüya gibi bir durum…

Ancak, bu rüyanın bedellerinden birisi geçmekte olan zamanın kontrolümüzden çıkmış olması. Hiç bir şeye zamanımız kalmadığından şikâyet ediyor, her şeyimiz varken (lüks ve statü simgesi eşyalara çok yerde rastlıyoruz) hep bir şeyin eksik olduğunu hissediyoruz.

Hayatımızın her yerine sinmiş acelecilik, her şeyi kusursuz ve hatasız yapma arzumuz ve hiç bir şeyi yanlış yapma şansımız olmadığına olan inancımız davranışlarımızı etkiliyor. Zaman baskısı altında Eksiksiz olsun ve hemen olsun dürtülerimiz harekete geçiyor.

Ebeveynlik ‘uygulamaları’mızda düşüp kalkarak, hatalardan öğrenerek ilerleme, yaptıklarımız üzerinde düşünüp tartışma fırsatı da cesareti de kalmıyor. Fırsatı yaratamıyor, cesareti bulamıyoruz. Böyle baktığımda durup düşünmek için hiç olmazsa bir anlık fırsat yerine geçen anne-babalık kurslarına, konferanslarına dudak bükmekle haksızlık ettiğime karar verdim.

Çok odalı ev, tek odalı hayat

İstanbul’un elit özel ilköğretim okullarında anne-babalarının yemeyip içmeyip biriktirdikleri paralar ile okuyan orta/üstorta sınıftan ailelerin çocukları okula alışma yıllarında statü duyarlılıklarını keskince geliştirirler. Bu statü duyarlılığı elbette yoktan var olmamıştır; okul seçimlerinde, bir cumartesi günü sınıf arkadaşlarının yaş günü partisine gittikten sonra evine döndüğünde ‘bizim evimiz niye küçük?’ ya da ‘biz niye villada oturmuyoruz?’ diye soran küçük çocukların ısrarıyla havuzlu sosyal tesisli nizamiyeli sitelere, ücra (ama sonradan arazi değer kazanır umudu veren) köşelerdeki villalara taşınanlarımız az mıdır?

Evlerimizde çocukların bağımsızlıklarını kazanmasının yolunun ‘kendine ait bir oda’dan geçtiğini düşünerek ona bir oda, hatta duruma göre iki oda tahsis etsek bile çocuğumuzun ne yapıp edip bizim yanımızda akşamı ve genellikle geceyi geçirmesi büyük ve çok odalı evlerin avantajları hakkında bir soru işareti yaratmalı.

Birbirimize sokularak iç içe girerek yaşama alışkanlığımız ya da ihtiyacımız biz onu yok saysak da hep ağır basar; koskoca ‘villada’ odalar boş dururken gündüzleri mutfakta herkes bir köşeye ilişmiş oturur, akşamları da aynı yatağa sığışmış uyuyarak yaşam akar gider. Hızlıca servet sahibi olup saray yavrusu evlerde yaşamayı tercih etmiş aileler eski tek odalı evlerindeki ‘fakirdik ama mutluyduk’ yıllarını anar, kıymet bilmez evlatlarının hızlıca edinilmiş varlıkları nasıl har vurup harman savuracaklarının korkusunu taşırlar.

Yaşı büyüyüp anne-baba yatağından kendisini dışarıya atabilen çocuklar üst katı alt katı olan evlerde bu sefer anne-babadan olabilecek en uzak çapraz köşeye giderek, hem evden ayrılmamış hem de iletişimi uzak tutmuş olurlar. Zira mekânın dikey bölümlenmiş olduğu evlerde uzaklık hissi aynı kattakine göre daha hissedilir cinstendir. Çocuklar anne-babanın ‘içeriki’ odadan ‘yukarıki’ odaya göre daha hızla yanlarına gelebileceğini düşünerek, yirminci kattaki odalarına girecek hırsızdan duydukları korkuya daha fazla direnebilirler.

Büyük evin derdi büyük olur. Temizliğinden güvenliğine başkalarına bağımlı olduğumuz bu düzende çizgili gömleğimizin nerede olduğunu tam bilemeyiz; evin dolap düzenini bir ‘yardımcı’ oluşturmuştur. Sezgilere uymasa da düzeni düzeltecek kendi düzenimizi yaratacak fırsat yoktur. İçinde olduğumuz bu durumdan şikâyet edip statü duyarlılığımızı harekete geçirdiği için modern zamana, kapitalizme, batının bizi düşürdüğü hallere atar tutarız. O ‘fakir ama mutlu’ hayatı özlemeye devam etmek hoşumuza gider; ama o hayata dönme olasılığı da uykularımızı kaçırır.

 

(1) BirGünPazar’da Aralık 2014’de yayımlanmış yazılarımdan harmanlayarak tekrar yazdım.