“Yanıyor, alev alev yanıyor dünya! Şeytanın ayak seslerini duyuyorum, geliyor. İşte... Elli çeşit suratıyla görüyorum onu! Benim suratım onun suratı! Seninki Danforth, seninki de onun suratı! İnsanları cehaletten kurtaracak olanların gevşemesi yüzünden, benim gibilerin gevşemesi yüzünden, sizin gibilerin, yalana bile bile gerçek diyen sizin gibi kara vicdanlı insanların yüzünden, Allah lanet ediyor soyumuza! Yanacağız, hep birlikte yanacağız Allah’ın ateşinde!” Arthur Miller
İlginç bir rastlantı, 20.yüzyılın en önemli dram yazarlarından Arthur Miller’in iki farklı oyunu İstanbul’un en genç iki tiyatrosu tarafından sahneleniyor.
New York’un Harlem mahallesinde doğan Miller (1915-2005), ilk ününü yaptığı ‘All My Sons / Bütün Oğullarım’dan (1947) itibaren hem ülkesinde hem dünyada modern tiyatronun en büyük yazarlarından biri olarak kabul gördü; ‘Cadı Kazanı’, ‘Satıcının Ölümü’, ‘Bütün Oğullarım’, ‘Köprüden Görünüş’, ‘Bedel’, ‘Düşüşten Sonra’ ve ‘Vichy’de Olay’ oyunları Türkiye’de defalarca sahnelendi.
Kahramanlarının haşin bir toplum içerisinde kendi vicdanlarıyla, suç ve sorumluluklarıyla uzlaşmaya çalıştıkları oyunları, ilk bakışta aile hikâyeleri anlatan bireysel dramalar gibi gözükse de, Arthur Miller aslında çağının önemli toplumsal, siyasi ve ahlaki sorunlarına eğilen eleştirel metinler yazdı. Bu eleştirel bakışın doruğu, 1950’lerde çok sayıda sanatçıyı komünist olmakla suçlamış olan Senatör Joseph R. McCarthy’nin ve başkanı olduğu Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’nin binlerce insanın yaşamını karartışını, 1692 yılında Salem kasabasında cadı olmakla ve şeytanla işbirliği yapmakla suçlanan insanların idam edilmeleri üzerinden anlattığı ‘The Crucible / Cadı Kazanı’ adlı oyundur.
1692 yılında Massachusets’in Salem Köyünde, İngiltere’den göçen en bağnaz Protestan topluluklardan Püritanlar yaşamaktaydı. Püritanlar, içinde yaşadıkları görünür dünya kadar gerçek olan, yeryüzüne inmiş bir melek olarak gördükleri şeytan da dâhil olmak üzere, Tanrı’nın ve meleklerin bulunduğu görünmez bir dünyanın varlığına inanmaktaydılar.
ISIYA DAYANIKLI METALLER
Çiftçi John Proctor ve eşi Elisabeth’in yanında çalışan Abigail Williams, karısının uzun hastalığı sırasında John’u baştan çıkarmış, bu ilişkiyi düzeldiğinde fark eden Elisabeth onu evinden kovmuştur. Papaz Samuel Parris’in kızı Betty Parris’in Beverley dolaylarında vaizlik yapan John Hale tarafından “çok güçlü sara krizi ya da etkin doğal afet” olarak nitelendirdiği bir ruhsal sarsıntı geçirmesini fırsat bilen Betty’nin kuzini Abigail, olayı bir cadı avına dönüştürerek Elisabeth’den intikam almaya çalışacaktır…
Gerçek tarihsel olaylardan esinlenmiş olmasına karşın, Cadı Kazanı 1957’de yazarının komünizmi desteklemekle suçlanarak ifadeye çağrılmasına sebep olacak, Miller komiteyi hiçe sayarak ifade vermeyi reddettiği için, sonradan ertelenen bir yıllık hapis ve para cezasına mahkûm edilecektir.
Bizde Cadı Kazanı adıyla oynanan oyunun İngilizce özgün adı ‘The Crucible’, içinde madenlerin eritildiği büyük kapları tanımlamak için kullanılan bir sözcük. Oyunun her bir karakteri metafor olarak çevre şartlarının oluşturduğu ısıda eriyen bir metali simgelemektedir. Tabii ki bu korkunç ısıya en fazla direnenler, John Proctor ya da Rebecca Nurse gibi, ölümle tehdit edilseler bile prensiplerinden fedakârlık etmeyen ve zorlandıkları sahte itirafları reddedenlerdir.
TİYATRO TATAVLA
Ödüllü tiyatro oyuncusu ve Açık Radyo programcısı Eraslan Sağlam tarafından Nisan 2013’te kurulan Tiyatro Tatavla; Eylül 2014’ten itibaren oyunlarını, Cihangir’de artık kendi sahnesi olan Tatavla Sahne’de sahneliyor. Tiyatro Tatavla’nın yanı sıra salonu olmayan toplulukların oyunlarının da sahnelendiği Tatavla Sahne’de Cadı Kazanı, İstanbul’da sahnelenişinden 45 yıl sonra, Eraslan Sağlam’ın yönetmenliğinde tekrar seyirci karşısına çıkıyor. Bağlantısızlar Tiyatro Topluluğu’nun, keyifli nostaljik tadına ve Emre Koyuncu’nun çok başarılı sahnelemesine rağmen biraz eskimiş, biraz da demode bulduğum Bedel’inden sonra, hele Cüneyt Gökçer’in önce 1969’da Ankara’da, peşinden de sıcağı sıcağına İstanbul’da yönettiği Kerim Afşar’lı, Ayten Gökçer’li ve Arsen Göze (Gürzap)’lı efsanevi prodüksiyonu defalarca izlemiş biri olarak Cadı Kazanı’nı, neredeyse yarım yüzyıl sonra tekrar izlemeye giderken biraz tedirgin olduğumu itiraf etmeliyim.
Oyun daha başlamadan, Cihan Aşar’ın Tiyatro Tatavla’nın göreceli olarak küçük oyun alanında köşebentlerden ve iplerden oluşturduğu dekordan etkilendim. Oyun süresince bu tekerlekli çerçeveler, Koray Erhan Doğrul’un başarılı ışık tasarımının da desteğiyle hem farklı mekânlar oluşturdular, hem de yatak ya da mahkeme kürsüsü gibi mobilyalara dönüşüyorlardı. Düşey iplerin oluşturduğu sıkışmışlık ve hapsedilmişlik duygusu da çok başarılıydı. Ekip, Hüseyin Özay’ın son derece stilize kostümleriyle sahneye çıktığında bendeki tedirginlik duygusu yok oldu ve tabii ki farklı, ama ilginç bir Cadı Kazanı izleyeceğimi anladım.
Bir genç topluluğun Miller’ın başyapıtını tekrar sahneleme gerekçesinin, oyunun günümüz Türkiye’sinde fazlasıyla karşılık bulacağı olduğunun farkındaydım ama, yazıldığından 60 küsur yıl sonra bir metnin bu kadar taze, bu kadar çağcıl, bu kadar güncel kalması benim gibi oyunu çok iyi anımsayan birini bile şaşırttı.
İkinci yarıdan itibaren sahnede ne 1692’nin Salem’i ne de 1950’lerin McCarhty dönemi kalmamıştı. Sanki dünkü Ergenekon ve Balyoz davalarını ve büyük bir olasılıkla yarınki Paralellerinkini izliyorduk. Üstelik de Sağlam bu etkiyi, (kanımca olmasa da olur bir iki güncelleştirme sözcüğü dışında) 62 yıl önce yazıldığı gibi bire bir aktarılan bir metinle elde ediyordu.
‘Aktör Kean’in ödüllü oyuncusu Eraslan Sağlam, bu kez yönetmen koltuğunda adı gibi sağlam bir sahnelemeyle karşımıza çıkıyor. Sahne trafiği, özellikle dekor değişikliklerinde bütün oyuncuları kullanarak ‘es’leri iyice kısaltması çok etkileyici. 15 kişilik kadrosundan başarılı bir topluluk oyunu elde etmiş. Metinde öne çıkan karakterleri canlandıran Kaan Songün (John Proctor), Tuba Zehra Sağlam (Elizabeth Proctor), İrem Erkaya (Abigail Williams) Ömer Akgüllü (Rahip Hale) kadar, irili ufaklı rollerde Erhan Tuna, Yasemin Yeşilgöz, Hürol Balakoğlu, Şebnem Usanmaz, Erhan Özkoç, Gülnara Golovina, Hande Elaman, Yeşim Gül ve Elif Öztürk çok iyiler. Benim kuşağın iyi tanıdığı iki deneyimli oyuncuyu, Aysan Sümercan (Rebecca Nurse) ve Ersan Uysal’ı (Danforth) sahnede izlemekse hem kulaklar hem gözler için bir ziyafet.
Tabii ki bu yepyeni prodüksiyonla yıllar ötesinden anılarımda yer etmiş olan eskisini karşılaştıracak değilim. Ancak bende bıraktıkları iki farklı izlenimi sizlerle paylaşmak isterim.
McCarthy döneminde yaşananlar olsun, ABD’nin kendisi olsun, 1970’lerde otuzuna gelmemiş bir genç tiyatro tutkununa çok uzak kalmıştı ve Cadı Kazanı benim için her şeyden önce müthiş etkileyici bir tiyatro olayıydı.
Bu kez, hem oyunu in-yer face mesafede izlemiş olmak hem de olayların bugünlerde yaşadıklarımızla neredeyse bire bir örtüşmesi beni oyunun iyice içine çekerek fazlasıyla rahatsız etti…
Sonuçta Eraslan Sağlam, gerçek bir başyapıtı hakkını vererek sahnelemiş. Mutlaka izlenmesi, eşe dosta “gidin görün” denmesi gereken bir oyun. Sadece çok iyi bir oyunun başarılı bir yorumu için değil, etrafımızda kaynatılmış olan ve kaynatılmaya devam eden kazanlara “dur!” demek için de seyretmek şart. Çünkü bu ateş söndürülemezse, John’lar, Elizabeth’ler, Rebecca’lar ve de Berkin’ler ve de İsmail’ler boşuna can vermiş olacaklar.
Michael Haneke’den bir alıntı yaparak, hepinize huzursuz seyirler dilerim.
Tatavla Sahnesi:
Firuzağa Mah. Taktaki Yokuşu, No: 2B
CİHANGİR / BEYOĞLU