Mutsuz komşular, sorunlu yarınlar

1 Mayıs 1921’de yaşananlar hem Yahudi hem de Arap toplumlarının algılarında, birbirlerine karşı şüphelere neden olacak ve bu şüpheler zaman içinde katlanarak, beslenerek, abartılmasına destek olunarak günümüze dek süregelecektir.

Marsel RUSSO Perspektif
6 Mayıs 2015 Çarşamba

1 Mayıs'ta başlayan Yafa Olayları Ortadoğu’da, yüzyılı aşan bir süredir komşu olarak yaşamayı deneyen iki toplum arasında ciddi anlamda kayda geçen ilk çatışmadır. 

Yafa Olayları Ortadoğu’da, yüzyılı aşan bir süredir komşu olarak yaşamayı deneyen iki toplum arasında ciddi anlamda kayda geçen ilk çatışmadır. Kötü niyet ile mi beslenmiştir, yoksa basit gerekçelere mi dayandırılmıştır? Kısa süre önce Kudüs’te yaşanan Nebi Musa çatışmalarının etkisi ile zaten birbirlerine yabancı toplumların husumetlerinden mi beslenmiştir? Bunların yanıtı ne olursa olsun, 1921’in 1 Mayıs’ında yaşananlar hem Yahudi hem de Arap toplumlarının algılarında, birbirlerine karşı şüphelere neden olacak ve bu şüpheler zaman içinde katlanarak, beslenerek, abartılmasına destek olunarak günümüze dek süregelecektir.

Bir sene önce San Remo Konferansında alınan karar uyarınca bölgenin İngiliz kontrolüne verilmesi, burada 1917’den beri devam eden askeri idarenin yerini siyasi otoriteye bırakması bir normalleşme sürecine işaret ediyordu. Bu süreç içerisinde, Arap toplumu Yahudi göçünden duyduğu rahatsızlığı dile getirmişti. Yahudi idareciler ise, dünyanın çeşitli yerlerinden, burayı kendilerine ‘ulusal yuva’ yapmak için seçip gelenlerin, barışçıl kimlikleri üzerinde duruyor, amaçlarının çölü yaşanabilir kılmak olduğunu teyit ediyorlardı, hem de defalarca.

Yafa Olayları dengeyi bozacak, kurulmaya çalışılan ahengi torpilleyecek nitelikte bir sataşmaydı. Yahudilerin söyledikleri ile Arapların algıladıkları arasında ciddi farkların varlığının bir göstergesiydi, şüphesiz.

BEYAZ KİTAP

İngiliz Sömürgeler Bakanı Churchill, bir yandan işleri yoluna sokmak ve Londra hükümetinin Filistin’deki işleyişi ile ilgili görüşlerini belirtmek, öte yandan toplumlar arasında baş gösteren güven bunalımına çare olabilmek adına, olaylardan bir sene kadar sonra, Haziran 1922’de bir ‘White Paper – Beyaz Kitap’ yayınladı.

“Sömürgeler Bakanı, Filistin’de yaşanan olayların yol açtığı gerçeklerden yola çıkarak, burada yaşayan toplumların sorunlarını gidermek amacı ile bir dizi karar aldı. Bölgedeki Genel Vali ile yapılan istişarelerden sonra, aşağıdaki noktalarda mutabık kalındı.

Bölgede görülen sürtüşmeler nüfusun hem Arap hem de Yahudi unsurlarının olayları değişik şekillerde algılamalarından kaynaklanmaktadır. Arapların durumunda bu algılama, Balfur Deklarasyonu'na ifade ettiğinden daha büyük bir değerin atfedilmesi ile ilgilidir. Bu konuda yapılan gayri resmi bazı değerlendirmeler, Filistin’in, İngiltere’nin İngiliz olduğu kadar, Yahudi olacağını da öne sürüyordu... Oysa durumun böyle olmadığı defalarca belirtilmiş, Majesteleri Hükümetinin Filistin’deki Arap varlığının, kültürünün, dilinin yok olmasına izin vermeyeceği ifade edilmiştir. Zaten Balfur Deklarasyonu, Filistin’in tamamının bir Yahudi ulusal yuvası olacağını değil, bir Yahudi ulusal yuvasının bu topraklarda oluşmasına destek verileceğini söylemektedir. Nitekim 1921’de toplanan Siyonist Kongre de, Yahudi halkının Arap halkı ile birlikte, karşılıklı saygı çerçevesinde yaşamak isteğini teyit eder.

(…)  Son senelerde Yahudiler Filistin’de 80 bin kişilik bir nüfusa ulaştılar. Bunların yaklaşık dörtte biri toprakla uğraşmaktadır. Bu nüfusun kendi siyasi ve yönetim organları var ve toplumsal yaşam bunların çalışmaları ile düzenlenmekte, kentler, sağlık ve eğitim gereksinimleri bunların eli ile yürütülmektedir. Din işleri için de bir hahambaşılıkları ile Bed-dinleri vardır. Resmi dilleri İbranicedir ve gelişen İbrani basını yaşamın temel taşlarından biri olmaya adaydır. Bu bağlamda bu toplumun ulusal karakteri yok sayılamaz. Öte yandan, oluşmakta olan Yahudi ulusal yuvası, Yahudi değerlerinin Filistin’de yaşayanlara dikte ettirilmesini gerektirmeyecektir. Dolayısı ile bu, anlaşılacağı üzere, Yahudi yaşantısının, dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan Yahudilerin de katılımı ve katkısı ile Filistin’de, kültürü, dili, dini ile yeşermesi anlamındadır. Bunun gerçekleşmesi için, bu gelişimin uluslararası anlamda garanti edilmesi gerekmektedir.

Öte yanda, bu durumun Arap halkında da tedirginlik nedeni olmaması gerekmektedir. Ancak şu da bir gerçektir ki, Yahudi ulusal yuvasının oluşumu esnasında, Filistin’deki Yahudi nüfusunun büyümesinin sağlanması gerekmektedir. Göçün sayısal olarak bölgenin ekonomik anlamda kaldırabileceği, asimile edebileceği oranları geçmemesi önemlidir. Eş deyişle yeni gelenlerin Filistin’de yaşayan halka ağırlık vermemeleri, onları işlerinden veya değerlerinden etmemeleri esastır. Şu ana dek görülen göçler bu gibi istenmeyen olaylara yol açmamıştır. İngiliz idaresinin başından bu yana buraya göç eden Yahudilerin sayısı 25 bin olmuştur.

(…) Filistin’e göçün esaslarına karar vermek üzere, halkın seçtiği yönetim konseyi üyelerinden oluşan bir komitenin yapılandırılmasına karar verilmiştir. Bu komite ile yönetim arasında görüş ayrılıklarının oluşması durumunda, konu Majesteleri hükümetinin hakemliğine götürülecektir. Öte yanda, Filistin’de yaşayan her dini / etnik toplumun, manda idaresi koşullarına riayet edilmediğini düşündüğünde, Genel Vali aracılığı ile Milletler Cemiyetine başvurma hakkı olacaktır. 

(…) Majesteleri hükümetinin amacının Filistin’de yetkilerle donatılmış bir hükümet kurmak olduğunun altını çizmek isteriz. Ancak bölgenin içinde bulunduğu durumu göz önüne alırsak bunun etap etap yapılması gerekmektedir.

(…) Filistin’deki manda yönetimi Müslüman halk tarafından seçilmiş bir konseye, Müslümanlara ait yerlerin yönetilmesi için yetki devri yapmıştır. Aynı şekilde Osmanlı idaresi altında kurulmuş vakıfların hesaplarında birikenler de Arap yönetimine devredilmiştir.

(…) Filistin’de inançların tam bir serbestlik içinde yerine getirilmesi, kutsal yerlerin kullanımı anlamında toplumların haklarının teminat altına alınması, sosyal yaşamın doğru yönde ilerlemesi anlamında önemlidir…”

Beyaz Kitabın bu ilk versiyonu Filistin Manda İdaresinin genel hassasiyetlerini ortaya koyması açısından önemlidir. Bunun üzerine inşa edilecek göçmenlik politikası ve bunun sonucu oluşturulacak kotaların, Arap ve Yahudi toplumları arasındaki dengeyi gözeteceği beklenecektir.

Churchill Beyaz Kitabının yayınlanmasından birkaç hafta sonra Milletler Cemiyeti, Britanya’nın Filistin’deki manda yönetimini resmen onaylar. Daha önce de-facto yürürlüğe girmiş durum, bu şekli ile dönemin ulusalar topluluğu tarafından kabul görür ve hukuki bir hal alır.

Karar uyarınca, İngiltere Filistin topraklarında her tür yasama faaliyetlerinde bulunmaya, idari yapılanmayı oluşturmaya yetkili kılınır. Aynı zamanda, bölgede bir Yahudi ulusal yuvası kurulması sürecinde her tür siyasi, idari, ekonomik altyapının sağlanması, burada yaşayan çeşitli dini grupların inanç özgürlüklerinin teminat altına alınması da Londra hükümetinin görevleri arasında olacaktır. Beklenen, burada yaşayan çeşitli grupların barış ve denge içinde, kendi geleceklerini yapılandırmalarıdır.

TOPLUMSAL FARKLILIKLAR

Gelin görün ki, Yahudi toplumu siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişimini tüm zorluklara rağmen sürdürürken bunu Araplar için söylemek olanaksızdır. Müslüman olsun Hıristiyan olsun Araplar çoğunlukla köylerde her tür olanaktan uzak yaşamaktaydılar. İngilizlerin çiftçilere sundukları yeni teknolojiler, inşa edilen yeni yollar, sağlık ve eğitim sisteminde yapılan düzenlemeler… Bunların hiçbiri Arap yaşantısının geri kalmışlığını tersine çevirememişti. Daha doğru bir şekilde ifade etmek gerekirse, bu yenilikler onların ilgilerini çekmemişti. Arap geleneğinin ‘düzeni ve rahatı koruma’ görüşü toplumun sosyal gelişimini zorlaştırmıştı. İngilizlerin Yahudilere daha yakın olduğu, yaşamsal konularda onlara daha fazla olanak tanıdığı görüşü temelde yanlıştır: Yahudiler, içinden geldikleri Avrupa toplumlarının kendilerine kattıkları ile İngilizlerin sunduklarından daha fazla yararlanabilmişler, bunları kendilerine değer olarak katabilmişlerdi.

Çöllerin yeşertilmesi, bölgeye has tarımsal teknikler için girişimlerde bulunulması, Avrupa standartlarında kentlerin oluşturulması, kültür ve sağlık hizmetlerinin aynı çerçevede geliştirilmesi, ticaret ile endüstrinin yapılandırılması, İngilizlerin sağladıkları ile bütünleşmiş, Arap toplumu ise, kendisine de sunulan bu fırsatları değerlendirmekten uzak kalmıştı.

Faysal’ın Filistinli Arapları yok saymasından bu yana, Arap siyaseti uyur durumunu sürdürmüş, değişik klanlar arasındaki ilişkilere indirgenmişti. Bir yanda ekonomik çıkarlar, diğer yanda gurur, nüfuz gibi feodal içerikli ihtiraslar Arapların ideolojik fikirler etrafında toplanmalarını mümkün kılmamıştı. Arap milliyetçiliği adına yola çıkarken oluşan Hıristiyan – Müslüman örgütlenmesi zaman içinde gevşemiş, dağılmıştı.

KUDÜS MÜFTÜSÜ EL-HÜSEYNİ

Genel Vali Sir Herbert Samuel’in 1921 yılı içerisinde Hacı Emin el-Hüseyni’yi Kudüs müftüsü olarak ataması ve bu görevin Filistin’deki Arap toplumunun liderliği ile benzer değerde tutulma eğilimi Arap toplumu içindeki dengeleri bozdu. El-Hüseyni’nin Arap milliyetçiliğinin değerlerini savunurken dini motifleri giderek artan tempoda kullanmaya başlaması, o ana dek bu heyecanın temel ideolojisine yön vermiş Hıristiyan Arapları rencide etmişti. Neticede, mutabakatın sabote edilmesi ile Yahudi milliyetçiliği için bir devletin kurulması ne kadar merkezi bir fikir olmuşsa, Araplar açısından bu o denli uzak kalmış, hatta feodal yapı içinde, Arap toprak sahiplerinin kesinlikle reddettikleri bir fantezi olmuştu… Bu feodal yapının merkezini Müftü Hacı Emin el-Hüseyni, ailesi ve yakın çevresi tutmuştu…

Öte yandan, Histadrut’un başkanı olan David Ben Gurion’un öne çıkışı ve toplumsal refah için sosyalist temaları kullanması ile Yişuv’da yapılan çalışmalar, Siyonist hareketin ağırlık noktasını Londra’daki merkezden Tel-Aviv’e kaydırmıştı. Haim Weizmann ve David Ben Gurion arasındaki güç savaşı, onların yanında Vladimir Jabotinsky’nin ve daha nice düşünürün varlığı, Yahudi toplumu içinde Araplara hiç benzerlik göstermeyen bir dinamik oluşturmuştu.

Ancak, Arap ve Yahudi toplumlarında sorumlu konumda olan hiçbir lider, o dönemde başlayan ve günümüze dek gelen çekişmeye son vermek, sürtüşme ve savaşların önüne geçebilmek, bu bölgede toplumlar arası anlayışa dayalı bir barış kurmak için – karşılıklı – yeteri kadar çaba sarf etmemiştir. Toplumların birbirlerini tanımalarına, aynı coğrafyayı paylaşmalarına dayalı bir yaşam kurulamamıştır. Her iki toplumda, zaman zaman oluşan yumuşak hava da, devamlı olamamış ve uç noktaların hareketlerinden dolayı hep zarar görmüştür.