Uzlaşma kültürü aranıyor

Bu ülkenin, siyaseti bıraktıktan sonra demokratlaşan ve uzlaşan siyasetçilerden ziyade bizatihi siyasetin içindeyken uzlaşmacı ve demokrat olanlarına daha çok ihtiyacı var.

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
24 Haziran 2015 Çarşamba

27 Ekim 1965 günü ‘Ispartalı köylü çocuğu’ Süleyman Demirel, canı gibi sevdiği Adnan Menderes’in asılmasından tam beş yıl sonra onun çalışma odasına girdiğinde hayatının en anlatılamaz, sevinç ve hüznün birbiriyle yarış ettiği tarihi anını yaşıyordu.

Askeri darbeden sonra yüzde 52 oyla iş başına gelmiş yeni başbakan olarak odaya adımını attığında kuşkusuz ilk düşündüğü başarısızlık halinde akıbetinin Menderes gibi olup olmayacağıydı. Travmatik hafızası hep Aydın Menderes’in asılmasıyla biten o korkunç süreci hatırlatıyordu gazetecilerin patlayan flaşlarının arasında ilk kez onun koltuğuna otururken.

İşte böylesi bir dramatik zaferin sahibi kendini hem rövanşist bir iklimin sarmalına kaptıracak, hem de yıllar içinde ülkede büyümekte olan sağ-sol kutuplaşmasında, o meşum idamın etkisiyle hep savunma refleksli tavizsiz, uzlaşma kültüründen yoksun, çatışmacı politikaların bayraktarlığını da elinden bırakmayacaktı.

Nitekim, sadece banka soygunu yapan üç solcu gencin idam kararına, Meclis’te iki elini birlikte kaldırarak hınçla onay vermekten çekinmezken ülkenin sol’una karşı giderek ötekileştirici ve çatışmacı davranış içine girmekte beis görmeyecekti. Zira aklında hep o Menderes’in idamı vardı. Hatta kulağının derinliklerinde Atatürk devrimlerine tepki göstermeye devam eden ülkenin muhafazakâr damarındaki kan dolaşımının sesi bile vardı. Lakin bu ikincisine pek itibar etmeyecek, muhafazakâr ve dindar Türkiye’nin her şeye rağmen büyük ekonomik kalkınma eşliğinde Batı ile uyumlu bir Müslüman devlet olmasının peşinde olacaktı siyasi hayatının son gününe değin.

Travmayla dolu hafızası onu yanıltmayacak, 1970 ve 1980’de tam iki kez asker tarafından zorla iktidardan düşürülecekti. 1980 darbe öncesi dönemde, her gün sokaklarda onlarca genç öldürülürken CHP ile uzlaşamayarak yeni cumhurbaşkanı bile seçemeyecek kadar çatışma kültürünün esiri olacaktı.

Sandık kaygısı, popülizm, ideolojik biat ikliminin esiri olarak; sokaklarda sağdan da soldan da gençler öldürülürken, “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyecek kadar gözü dönmüş olacaktı…

Sonrasında ise, cumhurbaşkanlığı döneminin başlamasıyla birlikte, davranış metamorfozuna uğrayacağı, kendisini tanımakta kimi zaman zorlanılan ‘demokrat’ yüzlü bir post siyaset kahramanı günlerine tanık olunacaktı.

Zira siyaset bitmiş, sandığın yarattığı baskı nihayete ermiş, insanın ‘kendi’ olacağı günler girmişti Süleyman Demirel’in hayatına. Çatışma kültürünü çöpe atacak, kavgadan uzak, uzlaşmacı ve Türkiye’nin geleceğini her türlü ideolojik biattan, rövanşist duygulardan, kibirden daha üstün görmeye başlayacaktı.

O uzlaşmaz Demirel gidecek, kimi yaptıklarından pişmanlık duyduğunu açıkça ifade eden, kendi dünyasına ait çoğu muhafazakârların tu kaka ettiği bazı çağdaş sosyal ve kültürel dinamiklerin Türkiye’nin gelişmesi içim elzem olduğunu itiraf eden, karşıtlarıyla oturup demokratça tartışmaktan keyif alan, gençleri anlamaya çalışan yeni bir Demirel çıkacaktı Türkiye sahnesine.

Lakin tabii ki çok geç, hatta iş işten geçmiş olacaktı…

***

92 yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinin tam 40 yılında başrol oynayan Süleyman Demirel’in vefat ettiği günlerde Türkiye yeni bir demokrasi sınavına giriyordu. Türk halkı, uzlaşma kültürünü arayacağı ve Türk siyasetinin yarattığı, ötekine güvenmemeyi, aşırı particiliği ve bitmek bilmez inatçılığı sona erdirecek bir ‘birlikte yönetim’ dönemi umuyor. Lakin Türk parlamenter tarihine baktığımızda istisnai durumlar dışında böylesi bir kolektif demokrasi çalışmasının ortaya çıkması çok zor görülüyor. 12 yıllık AKP iktidarının ülkeye kattığı onca kazanımlara rağmen yaratılmış olan kutuplaşma iklimi Türkiye’nin önümüzdeki günlerde beklediği uzlaşma olasılığını aza indiriyor. Demokrasimizde var olan çoğunlukçu kültürden çoğulcu kültüre geçiş yapmamız için siyasetçilerin sandık demokrasisi algısından kurtulması gerekiyor. Arılarda görülen muazzam uzlaşma kültürünün onda birinin bile düşünme yetisine sahip olan yegâne canlıda neden olamadığını da sorgulamak gerekiyor mütemadiyen, bıkmadan usanmadan.

Bu ülkenin, siyaseti bıraktıktan sonra demokratlaşan ve uzlaşan siyasetçilerden ziyade bizatihi siyasetin içindeyken uzlaşmacı ve demokrat olanlarına daha çok ihtiyacı var.

Süleyman Demirel’in çizdiği profil hepimize ders olmalı.

Türkiye buna layık değil mi?