Yüz yıllık uyku: ONIAS

Tapınağın (Bet Amikdaş) yıkıldığı dönemde, Yeruşalayim’de yaşamış olan Rabi Onias’ın (Kohen), hikâyesi ve 100 yıl süren uyku.

Sara YANAROCAK Kavram
19 Ağustos 2015 Çarşamba

Tapınağın henüz yeni yıkıldığı zamanlardı. Zalim bir savaş, Yeruşalayim şehrini ıssız ve viran bir hale dönüştürmüş, halkını zavallı ve biçare bir hale düşürmüştü.

Rabi Onias, mutsuz bir şekilde devesine binerek bu viran şehri terk etmeye karar vermişti. Günlerce deve sırtında yol aldı. Öyle bir hale geldi ki sonunda açlık ve uykusuzluktan düştü bayıldı. Buna rağmen sepetinde bulunan taze hurmaları ve suyunu yine de tüketmedi. İçinden şöyle geçiriyordu:

“Belki de karşıma bu yiyeceklere daha fazla ihtiyacı olan biri çıkabilir. Benden daha kötü durumda birileri olabilir…”

Ama ülkenin her tarafı çöldü, etrafta kimse yoktu. Bir gün yolculuğunun nerede ise sonuna yaklaşırken, bir tepenin yamacında keçiboynuzu ağacı fidanları diken bir adamla karşılaştı. Onias adama yaklaştığında, adam ona, “Keldani’ler, bütün üzüm bağlarımı ve ekinlerimi yıkıp yaktılar. Ama her şeye rağmen yenilerini dikip ekmek gerekiyor. Böylece memleket yeniden canlanacak” dedi.

Onias tepeye çıkıp geriye baktı ve yakılıp yıkılmış olan sevgili Yeruşalayim şehrine acı içinde baktı. O eski ve muhteşem şehrinden geriye sadece acı ve yıkıntılar kalmıştı. Her yerden dumanlar yükseliyordu. Onias devesinin sırtından yere indi, otların üzerine uzandı ve acı acı ağlamaya başladı.

Onu bulunduğu yerden hiç kimse göremezdi. Ölüme terk edilen şehir onu üzüntüden, derin acılara boğuyordu.

“Vah benim güzel ülkem. Benim güzel Sion’um artık yok. Acaba bir gün yine eskisi gibi güzel olabilecek mi? Bence yüzyıllar sonra bile eski ihtişamına kavuşamaz artık!” diye dövünüyordu. Bu şekilde akşam karanlığı çökene kadar öylece kaldı. Sonunda Onias başını bir taşa dayadı ve derin bir uykuya daldı.

Güneş doğdu, tekrar battı. Ay yine yükseldi ve yine alçaldı ama Onias hiç uyanmadı. Derin derin uyumaya devam etti.

Aradan zamanlar aktı, tohumlar rüzgârların kanatlarında uçuşarak, başka yerlere kondu. Arıların ve kuşların aracılığı ile toprağa karıştılar. Köklenip yeşerdiler ve büyümeye başladılar.

Sonsuz uykuda olan Onias’ın etrafını otlar ve ağaçlar bürüdü. Bunların boyu o kadar uzamıştı ki Onias’ın çevresini duvar gibi kuşatmışlardı. Etraftan gelip geçenler onu fark etmiyorlardı bile… Sepetindeki hurmalar filizlenip yeşillenmişler, Onias’ın yanında koskocaman bir palmiye ağacı olarak yükseliyordu. Hurma veren bu ağaç Onias’ın yanı başında ona gölge yapıyordu.

Böylece yüz yıl aktı geçti. Günlerden bir gün Onias, birdenbire derin uykusundan uyandı. İyice gerindi ve hayretle etrafına bakmaya başladı. Kendi kendine, “Çok tuhaf, ben daha dün akşam bu tepenin üzerinden yıkık olan Yeruşalayim’e bakarken uyuya kalmamış mıydım? Bu güzelim palmiye de nereden çıktı? Uyuduğumda ben böyle bir yerde değildim ki!” diye hayretle söyleniyordu. Büyük zorluklarla ayağa kalktı.

“Offf, bütün kemiklerim sızlıyor!” dedi.

“Kendimi toparlamam lazım, peki ama benim devem nerede?” diye etrafını kolaçan etti. Eli çenesine gitti, hayretle sakalının yerleri süpürdüğünü fark etti. Korkuyla, “Nasıl yani? Sakalım kar gibi bembeyaz ve yerlere kadar uzamış!” diye bağırdı. Dehşetle sağa sola bakınırken ayağı bir şeye takıldı. Yere düştü. Düştüğü yerde kocaman bir hayvanın iskeleti vardı. Bunun bir devenin iskeleti olduğunu ayrımsayınca korkudan buz gibi oldu:

“Bu iskelet galiba benim deveme ait. Ben bu kadar uzun zaman uyumuş olabilir miyim? Sepetim bile kök salmış. Bu da ne? İçindeki hurmalar ve kırbamdaki suyum hala taze! Neler oluyor böyle?”diyerek merak ve heyecanla yüreği küt küt atmaya başladı.

“Bu kesinlikle bir mucize olmalı” diye düşündü sonra. “Bence bütün bunlar yolculuğuma devam etmem için bir işaret gibi görünüyor.” Sonra yine acıyla omuzları çöktü:

“Hadi canım nasıl olur? Artık Yeruşalayim diye bir yer kalmadı ki…” diyerek acıyla sevgili şehrini düşündü.

Etrafına bakarken yine gözlerine inanamıyordu. Uykuya yattığında etrafta sadece ot ve çalılar vardı. Oysa şimdi bütün tepe keçiboynuzu ağaçlarıyla doluydu. Onias, “Şimdi hatırladım, daha dün o adam buraya keçiboynuzu fidanı dikmişti. Yoksa dün değil miydi?” diye düşünüyordu. Kafası git gide daha fazla karışıyordu. Başını çevirip tam aksi yöne baktığında ise hayretle haykırdı. Güneş sevgili Yeruşalayim şehrini pırıl pırıl parlatıyordu. Her taraf göz alıcı kubbeler ve harika binalarla doluydu. Her yer yemyeşildi. Şehrin yamaçlarında yemyeşil tarlalar ve üzüm bağları göz alabildiğince uzanıyordu.

“Yeruşalayim canlandı!” diye coşkuyla çığlıklar atıyordu.

“Bu gerçek olamaz, ben düş görüyorum. Veya o zaman Yeruşalayim’in yıkıldığını görmem bir düştü. Hangisine inanacağımı bilemiyorum. Neredeyse aklımı kaçırmak üzereyim” diyerek şaşkınlıkla başını sallıyordu.

Elinden geldiği kadar çabuk yürüyerek, tepeden yola indi ve Yeruşalayim şehrine giden anayola çıktı. Onu yolda görenler birbirlerine Onias’ı gösteriyorlardı. Çocuklar peşinden yürüyerek onu anlamadığı kelimelerle, alaya alıyorlardı. Ama buna önem vermeden yoluna devam ediyordu. Şehrin girişinde durakladı ve yanından geçen bir adama, “Babacım, sen acaba Rabi Onias’ın evi nerededir biliyor musun?” diye sordu. Adam alayla, “Ne? Sen bana babacım mı diyorsun? Kendine baksana, dedemden bile daha ihtiyarsın sen!” derken gülmekten yerlere yatıyordu. Bunları gören başka bir adam, “Rabi Onias’mı dedin?” diye sordu.

“Ben geçenlerde bir kişinin, Rabi Onias’ın torunu olduğunu söylediğini duymuştum. Gel seni ona götüreyim” diyerek ona elini uzattı. Acele ile bir kapıyı çaldı. Seksen yaşlarında, ihtiyar bir adam kapıyı açtı. Adam olanları anlatarak, ona Onias’ı işaret etti. Onias adama bakarak, “Sen kimsin?” dedi. Seksenlik ihtiyar, “Benim adım Onias. Adımı çok önemli bir din adamı olan büyükbabam Rabi Onias’ın anısına hürmeten takmışlar” diyerek devam etti. “Büyük babam Rabi Onias, I.Tapınak yıkıldığı zaman, yani tam yüz sene önce gizemli bir biçimde ortadan kaybolmuş, o zamandan sonra ondan hiçbir zaman haber alınamamış” dedi. Bizim Onias kendi kendine mırıldanıyordu:

“Yüz sene mi? Ben bu kadar çok uyumuş olabilir miyim?” Torun Onias ona bakarak, “Anladığım kadarı ile galiba öyle oldu” dedi. “Bu arada 2.Tapınak inşa edildi” diye ekledi. Onias:

“O zaman bütün bu olanlar bir rüya değil…” Torun Onias büyükbabasının koluna girerek onu evinden içeri aldı.

Günler bir biri ardınca geçerken, Onias yeni hayatına bir türlü alışamıyordu. Etrafında gördüğü ve dinlediği her şey ona çok farklı ve inanılmaz tuhaf geliyordu. Gelenekler, davranış biçimleri, insanların farklı hayat anlayışları, giysileri, konuşmaları, her şey çok farklıydı. Onun söylediği her şey etrafındakilere tuhaf ve komik geliyordu. Ailesi ve komşuları gülerek, “Sanki farklı bir dünyadan gelmiş gibisin. Sadece geçmişte olan şeylerden söz ediyorsun” diyorlardı. Bir gün torununu yanına çağırdı.

“Beni yüz yıl boyunca uyuduğum yere götürmeni istiyorum. Belki de şansıma yine uyuyakalırım. Sevgili oğlum ben artık bu dünyaya ait değilim. Çok yalnızım ve kendimi buraya çok yabancı hissediyorum. Benim gitmem şart, lütfen bana yardımcı ol” dedi.

Hâlâ tazeliğini koruyan hurmalarını ve suyunu bir sepete koyarak torunu ile birlikte, yüz yıl boyunca uyuduğu şehrin dışındaki tepeliğe doğru yola çıktı. Tepeye vardığında huzur ve ebedi istirahat için ettiği dua kabul olundu. Yere uzandı, başını bir taşa dayadı ve derhal uyuya kaldı. Ama bir daha asla uyanmadı.

 

Yazı hakkında notlar:

Talmud bilgini Maharasha, Onias’ın, 1. Tapınak (Bet Amikdaş) döneminde, orada Kohen olarak görev yaptığını yazar. Tapınak yıkıldığında Romalı Komutan Hyrcanus tarafından tapınakta öldürüldüğünü anlatır. Ama Onias’ın o sırada ölmediğini tam 70 yıl boyunca uyanmadığını veya komada kaldığını iddia eder.

Daha sonra Onias’ın mezarı arkeologlar tarafından, İsrail’in kuzeyinde bulunan Hatzor ha Glitlit yakınlarında bulunmuştur.

Mişna Ta’anit 3:8

Josephus Tarihi:

Antiquities of Jews

Ta’anit 23 a

(İbranice/Aramice Metinler)

Kaynak:

Aunt Naomi’s Stories- Gertrude Landau/ 1919