Son günlerde yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada yaşanan sorunlar, artan şiddet olayları, terör, mülteci krizi ve ekonomik krizler ‘insanlığı nereye götürecek’, sorusuna uzmanlarca verilen yanıtlar pek iç açıcı değil. Böylesi kaos ortamında, artan kutuplaşma ve insanların hezeyana kapılıp kendinden hiç beklenmeyecek hareketleri yapmaları da, ne yazık ki olasılıklar dahilinde yer alıyor. Standford Hapishane Deneyi veya diğer ismiyle Zimbardo Deneyi olarak geçen simülasyon ortamını birçoğumuz biliyoruz. İnsan davranışlarının kendilerine biçilen statü üzerinden, nasıl değiştiğini konu alan deneye göre Psikolog Philip Zimbardo öncülüğünde bir grup öğrenci, gardiyan ve mahkûm olmak üzere seçilmişlerdir. Deneyin ilk günü, mahkûm olarak seçilen öğrenciler, evlerinden polis tarafından alınmış, her birinin karakolda fotoğrafları çekilmiş ve parmak izleri alınmıştır. Ardından her biri, üniversite binası içinde hazırlanmış olan hapishaneye yani bodrum katına getirilmiştir. Mahkûm olan öğrenciler, giysileri çıkarıldıktan sonra kendilerine mikrop öldürücü bir sprey sıkılmış ve koğuşlarında bulundukları sürece kendilerine verilen numaralarla çağırılmışlardır. Her iki denek grubundaki öğrenciler deneyde olduklarını bilmelerine rağmen üç ay sürmesi planlanan deney, altıncı gününde sonlandırılmak durumunda kalınmıştır. Çünkü gardiyan olan öğrenciler, mahkûm öğrencilere karşı zaman geçtikçe işkence boyutlarını artırmışlar ve iş çığırından çıkmaya başlamıştır (Söz konusu deney Zimbardo’nun arkadaşı Stanley Milgram tarafından Yale Üniversitesi’nde de gerçekleştirildiğinden kimi kaynaklarda Milgram Deneyi olarak da geçer).
Ülkemize sığınan mülteci sayısının, her geçen gün arttığı ve Arapça yazılardan, konuşmalardan kimi zaman usanılan, ‘hepimiz açken, işsizken bir de başımıza bunlar çıktı’ denilen bir yıldan geçtik; öyle haberler geldi ki önümüze, Suriyelilerin Türkleri tartaklayıp dövdüğü ya da Türk halkının isyan edip mültecileri kovaladığı gibi…
Doktora çalışmalarımı yürütmek üzere Yunanistan’a gitmek durumunda kaldığım bir yaz geçirdim. İnsanların birbirine sevgi dolu ve neşeyle yaklaştığı bir yer olması bakımından, beni her zaman rahatlatan bir yer olmuştur, özellikle Türkiye’ye yakın adalar. Ancak kısa denilebilecek zaman zarfı içinde Türkiye’deki büyük şehirlerde tabelalar, isimler nasıl değişmiş ve Türkçe, İngilizce, Arapça olmuşsa (hatta daha acıklı biçimde İngilizce, Türkçe, Arapça demem daha doğru olacaktır) feribot gümrüğe yaklaşırken aynı durum orada da dikkatimi çekti. Adaların her yanı Yunanca, Türkçe, İngilizce ve Arapça yazılarla doluydu. Gümrüğe vardığımızda ise çoluk çocuk yollara serilmiş, her biri farklı yerlerden, farklı nedenlerle gelen; savaştan, fakirlikten, terörden kaçmak isteyen onlarca insan karşıladı bizleri. Adanın iç taraflarında ise durum daha kötüydü. Botlarla kaçak olarak gelen, 60-70 kilometrelik yolları, güneşin altında yürüyerek geçmeye ve limana varmaya çalışan sayısız insan. Tepeden baktığımızda, günün farklı saatlerinde 5-6 botun adaya doğru yaklaştığını görüyorduk. Gecenin kör karanlığında, sokak lambasının dahi olmadığı yerlerde, gideceğimiz yeri bulmaya çalışırken, önümüzde birden beliren yüzlerce insan nedeniyle, ani fren yaptığımız çok oldu. Belki birçoğumuz, bu insanları alt sınıflardan, beş parasız, herhangi bir iş sahibi olamamış kişiler olarak görüyoruz. Ancak Türkçe bilen genç bir çocukla konuştuğumuzda, Suriye’den gelenlerin sayısının azaldığını, Irak’tan, Afganistan’dan, Pakistan’dan kaçanların çok olduğunu ve aslında herkesin baskı ve terör nedeniyle evini, işini, yurdunu terk etmek zorunda kaldığını, paralarının da olduğunu söyledi. Kimi öğretmen, kimi mühendis, kimi doktor, kimi sanatçı… “Bizim tek istediğimiz Almanya üzerinden Kuzey Avrupa ülkelerine gitmek, Yunanistan’da, İtalya’da, Türkiye’de ne yapalım? Üstelik ilk konaklama yerimiz Türkiye oldu. Sizin gibi insanlar değil belki ama yollara düştüğümüz ve susuz kaldığımızda küçük şişe suyu 8 Euro’ya satanlar, bizi dövenler, tekmeleyenler oldu. Jandarma, bize çok kötü davrandı. Yunan polisi yine iyi. Ama herkes böyle değil tabii, bizim karşılaştıklarımız böyleydi,” demişti, yanında güneş kremiyle dolaşan beyaz tenli, yeşil gözlü, devasa sırt çantalı üniversite öğrencisi olan arkadaşının yanında güneşten kapkara olmuş Suriyeli Mesut. İnsan, o manzaranın içine düşünce insanlığından utanıyor, kısıtlı imkânlarla bir şeyler yapmaya çalışıyor. Ancak kitlesel mücadele olmadıkça, birilerinin ‘rantçılığı’ altında ezilen halkların, varlığının da devam edeceğini bilmek, sonu gelmeyen sessizliğe kapı açıyor.
Ekonomik zorluklar ve ksenofobi gibi nedenlerden ötürü, kimi zaman insanların davranışları da değişir oldu. Çok geçmeden basında bilinçli şekilde mültecilere tekme atan kameraman Petra Lazlo’nun haberi yankılandı. Üstünden çok geçmedi, Aylan’ın sahile vurmuş cesedi, kimimizin içini parçalarken, sosyal medyada kimilerinin ‘ülkelerini terk etmeselermiş’ yorumlarına tanık olduk. Bütün dünyanın dengesinin değiştiği zamanda bir gün uyandık, hortlayan faşizmin sancılarıyla yüz yüze geldik, bir başka gün terör olayları nedeniyle ülkemizde halkların birbirine düştüğü günleri yaşadık ve ne yazık ki hâlâ yaşıyoruz.
Özellikle mülteci sorununda sıklıkla duyduğumuz, “Hepsinin gücü yerinde, neden durup vatanlarını savunmuyorlar?” sorusu bir yere kadar doğru görünebilir, ancak darmadağın edilen, her kafadan bir ses çıkan ve terörün, katliamların alıp başını gittiği bir yerde kim, neyi, hangi an toparlayıp topyekûn bir ilerleyiş gerçekleştirebilir bugün? Emperyalizme karşı savaş vermiş olan başta Türkiye ve peşi sıra Türkiye’nin ilham kaynağı olduğu ülkelerin bağımsızlık zaferlerinden ve o günlerden oldukça uzağız. Ancak anlayış göstermenin, anlayışı; iyiliğin de iyiliği yüksek oranda getireceğini düşünürsek, bir an için durup düşünmenin, empati kurabilmenin olaylara bakış açımızı değiştirebilir, zincirleme reaksiyonu da beraberinde getireceğini varsayabiliriz. Fransız düşünürü ve sosyolog Jean Baudrillard, yaşadığımız dünyanın yapılandırıldığını ve gerçekliğin yerini alan imajlardan ibaret bir dünya olduğunu belirtir. Bu anlamda yaratılan gerçeklik de gerçek gibi algılanmaktadır. Birbiriyle konuşmak yerine, birbirine hırlayan herkesin, kendinden olmayana şüpheyle ve düşman formunda baktığı bir zamanda, bütün olanların nedenini anlamaya yönelik bir bakış açısı geliştirmek, diğeri dediklerimize davranırken akılcı ve vicdan sahibi olmamızın kapılarını açar.