Bu yıl ilk kez yeni seneye aslında devamlı gittiğim Midilli adasında girdim. Büyük şehirlerin mahşeri kalabalığından uzak, bize çok yabancı olmayan, ancak artık silinmeye yüz tutmuş geleneksel kutlamaların içinde, iki halktan insanların bir arada olduğu saatlerde karşıladık 2016’yı. Bir yanımızda aşırı soğuğa rağmen canını kurtarıp denizi aşmış mülteciler, diğer yanımızda çarşının ortasında tekerlekli sandalyesinden “Benim adım Türkan, şu fırından bir ekmekçik alıverin” diye seslenen bir kadıncağız, bizim kıyıdan gelen terör haberleri ve dahasının yanında iki ülkenin sorunlarının dünya gündemine karıştığı hararetli tartışmalar eşliğinde… İnsan bir yere ne kadar giderse gitsin hep yeni bir şeyler öğrenip dönüyor ve dolayısıyla bildiğini zannettiği yerlere bakışı da farklı oluyor.
Hepimiz haberlerde okuyor, hatta belki çoğumuz Türkiye’de uygun olmayan yerlerde hidroelektrik santralleri yapımına veya herhangi bir sebepten ağaç kesimlerine karşı duruyoruz; ancak insan, tek bir ağacın bile ne kadar değerli olduğunu bir adaya gidince belki daha iyi anlayabiliyor. Midilli (Lesvos) aslında Yunanistan’ın üçüncü büyük adası. Anakaradan ziyade Türkiye’ye yakın olması nedeniyle ada sakinlerinin hemen hemen bütün ihtiyaçlarını Türkiye’den karşıladığı bir yer. Midilli’nin bir özelliği daha var ki o da isminin Altın Ada olarak geçiyor olması. Bunun sebebiyse adada üretilen zeytinyağı. Bir adadan bütün dünyaya gönderilen kaliteli zeytinyağları ise halkın yaşayışına kadar etki etmiş.
Zeytin, Akdeniz halkları için kutsal denilebilecek bir meyve. Bundan ortalama kırk-kırk beş bin yıl öncesine dayanan bir öyküsü bulunmakta. Mitolojilerde yer almasının yanı sıra tek Tanrılı kitaplarda da adı geçiyor. Hz. Davud’un, oğlundan kaçarken Zeytin Dağı’nın yamaçlarına tırmandığı ve zeytin ağaçlarının onu koruduğu söylenir. Yine Hz. İsa, Kudüs’teki bu dağda çarmıha gerilir. Ve Hz. Muhammed’in “Zeytinyağını yiyiniz ve onunla yağlanınız. Zira o mübarek bir ağaçtan çıkmaktadır.” dediği rivayet edilir. Bununla beraber Olimpiyat oyunlarında kazanan atletlerin başına zeytin dalından taçlar takıldığı, birincilere bir kupa içerisinde zeytinyağı verildiği biliniyor. Hatta bugünkü spor müsabakalarında birinci gelene hediye edilen kupa, bugün içi boş olsa da Olimpiyatlardan kalma bir gelenek.
Bugüne dek adanın hemen her yerini dağ taş gezdim sayılır. Ancak her gidişimde dikkatimi bir şey çekerdi; o da mezarlıkların çok kısıtlı mekânlarda olduğu. Bunu adada dönen espriye bağlar dururdum. Diyorlar ki “Biri 90 yaşında ölse, vah vah çok erken gitti, bir hastalığı vardı herhalde…” Bunu duyan herkes ilk etapta gülüyor, ancak ada sakinleri bunun şaka olmadığını, insanların uzun yıllar sağlıklı biçimde yaşadığını ifade ediyorlar. Fakat mezarlıkların az oluşunun nedeni bu da değilmiş. Bütün adalarda insanlar bulabildikleri ufacık bir toprak parçasını bile değerlendirebilmek için ölülerini mezarlıklara gömüyor, üç ya da dört yıl sonra kemikler alınıyor, din adamı tarafından yeniden kutsanarak ufak kutucuklara yerleştirilip kilisede saklanıyormuş. Ardından bir başka cenaze için aynı mezarlık yeniden kullanılabiliyormuş. Üzerinden 100-150 yıl geçen, zamanla sahipsiz kalan kemikler ise imha ediliyormuş. Yani aslında bir ada sakini dedelerimi göreceğim diye tuttursa muhtemelen o kişiyi bulamayacak. Ancak, adanın hangi yanına baksanız zeytin ağacı. Yüksek kesimlerde farklı ağaç türlerine rastlansa da yol kenarlarında, kayalık gibi görülen yerlerde, eğri büğrü duran bütün toprak parçalarında bile zeytin üretimi var. Zeytinyağı, ada halkının geleneklerine öylesine karışmış ki çocuğun doğumundan itibaren neredeyse iki yaşına kadar her gün banyo yaptırılıp bir pehlivan gibi bütün vücuduna zeytinyağı sürülmekteymiş. Aile büyükleri, deri rahatsızlıklarını, kötü kokuyu ve daha birçok hastalığı götürdüğünü söylüyormuş. Belki de yüzyıllar boyu Midilli’nin tescillenmiş zeytin kalitesi var olsa da bundan uzun yıllar önce yaşanan büyük kuraklık nedeniyle hemen hemen bütün zeytinler helak olmuş. Halk, bu kez Türkiye’den; Edremit civarından zeytin fideleri getirtmiş. Denilen o ki, ada iklimini ve toprağını seven Anadolulu zeytinler, orada çok daha güzel kalitede ürünler vermişler.
Elbette fidelerin yalnızca toprağı, iklimi sevmesiyle olmuyor bu işler. Doğa, kendine ne kadar iyi bakılırsa, o da kendi nimetlerini sonuna kadar veriyor insanoğluna. Nasıl ki insan kendi bedenine, ruhuna, aklına baktığı ve değer verdiği kadar kaliteli yaşıyorsa, doğa da insanoğlu tarafından zulme uğradıkça afetlerin ardı arkası kesilmiyor. Son zamanlarda zeytin ağaçları için insan olarak aklımızın almadığı saçma sözler dolanıyor ortalıkta, ancak bunu diyen zavallılar hiç mi düşünemiyor ve inançlarına karşı geliyorlar diye sormadan edemiyor insan (“Elinizde bir ağaç fidanı varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile eğer onu dikecek kadar vaktiniz varsa, mutlaka dikin.”).
Diliyorum 2016, ülkemizi daha da kuraklaştırmadığımız, insan olarak birbirimize saygı duyduğumuz, vicdanımıza biraz daha fazla kulak verdiğimiz bir yıl olur. Bu kadarı bile bizleri bulunduğumuz noktadan çok daha ileri götürmeye yetecektir.