Geçtiğimiz günlerde tesadüf eseri denk geldiğim bir belgesel izledim. Yapımcı ve senaryo yazarı olarak tanınan Daniel Ferguson yönetmenliğindeki ‘Jerusalem’ isimli film, Kudüs hakkında kıyıda köşede kalan bilinmezlerden çok o topraklarda yaşayan halkların kültürlerinden, geleneklerinden ve en kötüsü, genel olarak birbirlerini çok da tanımadıklarından bahsediyordu. Üç tek Tanrılı dine mensup aynı yaşlardaki üç genç kızın ağzından dinlediğimiz halkların yaşayış öyküleri, ailelerinin o topraklara nasıl geldiği ve beraberce nasıl yaşadıkları Kudüs’ün tarihi dokusunun içine ve dinler tarihine yedirilerek sunulmuştu. Sanırım belgeselin sonunda üçünün de yollarının kesiştiği noktada hikâye anlatıcısı olan bir genç kızın söyledikleri kazındı en çok içime; “Biz bu küçük alanda yaşıyoruz ve herkesin burayı sevdiğini biliyorum. Bir gün yan yana yaşadığımız bu insanlarla tanışma cesaretimiz umarım olur. Belki henüz yok, ama bir gün olacak…” İnsan turist olarak gittiğinde kısıtlı zaman dilimleri içerisinde mutlaka ki yaşayışa dair pek bir şey anlamıyor, ancak kendi kendime “Durum bu kadar mı vahim?” demeden edemedim. Bir sokak ötede yaşayan gruplarla neredeyse hiç temas olmadığını yansıtıyordu bu sözler.
Ben bu sözlere kafa yorarken çok geçmeden Dorit Rabinyan’ın kitabının İsrail’i karıştırdığı haberi geldi karşıma. Yahudi bir akademisyen olan Liat isimli karakterle, sanatçı olan ve Batı Şeria’da yaşayan Hilmi’nin, kendi topraklarının dışında, dünyanın bir başka yerinde yollarının kesişmesi ve birbirlerine duydukları aşk üzerine temellenen Borderlife (Gader Haya) için Aralık ayında liselerin eğitim programına alınması teklifi sunulmuş ve İsrail Eğitim Bakanlığı bu talebi reddetmişti. Aşkı, birçok sanat eserinde olduğu gibi leitmotiv alan kitapta, Liat ile Hilmi’nin New York’ta tanışmaları ve kendi topraklarına geri dönmeyi tartışmaya başlamalarıyla aşklarının gölgelendiği belirtilmiş.
Sara Ahmed’in ‘Duyguların Kültürel Politikası’ eserinde nefret duygusunun kökenlerinde yatan en önemli ayrıntılardan birinin biz ve öteki, yani benzeyen ile benzemeyen arasındaki ilişki olduğu vurgulanır. Böylelikle biz olmayan, bize dahil olmayan bireyden, gruplardan, kitlelerden nefret etme, onlardan korkma, onlara üstün gelme çabası gibi itkilerin de peşi sıra geldiğini belirtilir.
Evet, belki bu noktada her şey suçlanabilir; ulus devletler, vatan sevgisi, küreselleşme, modernite ve sayısız kavram… Ancak birbirine bu kadar yakın olup da belki sayısız önyargıyla, belki de yaşanmışlıklarla birbirinden aynı derecede uzak olan iki birey bir başka yerde bir araya gelebilir mi sorusunu sorduğumda aklımda beliren tek yanıt ‘çıkar’ oluyor. Yaşadığımız sürece içinde bulunduğumuz şartlar değiştikçe çıkarlarımızın da değişmesi söz konusu. Yalnızca Liat ve Hilmi için değil, öğrenciyken bizzat yaşadığım bir olay sonucunda da bu kanıya varmıştım. Biri Türk vatandaşı Musevi, diğeri Ürdün’den gelen bir arkadaş… Aynı sınıfta, aynı sırada… Okudukları dört sene boyunca inandıkları değerler için kimi zaman yüksek tonlamalarla kavga eden, ama çoğu kez birbirini kollayan iki kişi. “Eğer burada değil de kendi topraklarımızda olsaydık” demişti Arap olan; “Bunun yaşanması söz konusu bile olamazdı. O zaman birbirimizi boğazlamaya can atan kişiler olurduk… Ama burada genellikle Türkler ikimizi de sevmiyorlar. Arapları da sevmiyorlar, Yahudileri de…” Sonrasında da hep düşünmüşümdür onları; yolları ayrılmasaydı ve kastettikleri yerlerde olsalardı bunca yaşanmışlığa rağmen birbirlerini boğazlarlar mıydı? Musevi olan arkadaş ısrarla benim vatanım burası dediyse de ikna edememişti diğerini, çünkü ona göre iki düşman, her ikisine de düşman olan bir başka ülkedelerdi ve bu onları birleştiriyordu.
Rabinyan’ın kitabını okumak ve sonunda neler olduğunu öğrenmek için sabırsızlanıyorum. Ancak geleneksel yapıya ayak uydurmuşsa sonunun kötü biteceğini de tahmin ediyorum. Diğer taraftan bakanlığı ve sanat camiasını ayağa kaldıran kitap karakterlerinin her şeye karşı durmuş olma olasılığı da mevcut. Sonuç olarak, aynı ağaçta iki Yafa portakalı… Birbirlerine sırt çevirmişler; ne ağacın, ne güneşin, ne suyun, ne de toprağın umurunda…