Mobokrasi

ABD’li ünlü sağcı yazar Robert Kagan, abartılı da olsa, ‘faşizm’ olarak nitelendirdiği Donald Trump’ın yeni dünyasının geleceğinde, aynı Putinizm’in benzer noktalarını öngörüyor. Medyayı kontrol etmek, yargıyı ele geçirmek, parlamentoya hâkim olmak, muhalefeti yok etmek ve halkın öfkesini kullanarak sandıktaki saltanatını korumak. Quo vadis özgür dünya?

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
25 Mayıs 2016 Çarşamba

Pazar gecesi Cannes’da, ünlü İngiliz film yönetmeni Ken Loach son filmiyle Altın Palmiye Ödülü’nü alırken şöyle diyordu salondakilere: “Şu anda bir umutsuzluk döneminden geçiyoruz. Bu tür dönemlerde aşırı sağ, durumdan yararlanmaya çalışır. Biz yaşlılar bunun ne gibi sonuçlar doğurabileceğini biliriz. Buradan bir umut mesajı göndermeliyiz: ‘Başka bir dünya mümkün ve gerekli’…”

Gerçekten mümkün mü bugün?

Loach, bu konuşmayı yaptığı esnada Cannes’dan çok da uzak olmayan bir başka Avrupa kentinden, Viyana’dan Loach ile alay edercesine bir haber geliyordu. Avusturya tarihinde ilk kez aşırı sağcı bir cumhurbaşkanı seçilmesi an meselesi oluyordu, seçim sonuçlarına göre, nihayetinde kıl payı kaybetse de.

Anlaşılan, Loach’un başka bir dünya özlemi başka bir bahara kalacaktı. Zira sandık demokrasisine bağlı demokrasi, son yıllarda Avrupa’nın en ileri ülkelerinde bile aşırı sağa direksiyon kırmaya başlayacaktı 80 yıl sonra.

Avrupa’daki ırkçılık ve aşırı sağ ile Rusya ve demokrasi kültürü gelişmemiş ülkelerde hayata geçmeye başlayan Putinizm başka bir dünyayı gösteriyordu, Loach’ın dünyasının aksine.

***

Demokrasinin en liberal şekliyle vücut bulduğu ABD’de ise kendine özgü aşırı sağın temsilcisi Donald Trump fenomeni yaşanıyordu bugünlerde. Kendi gibi düşünmeyenleri, tüm ötekileri, Müslümanları, eşcinselleri, Latinleri, Çinlileri, mültecileri hatta Avrupalıları aşağılayarak yarattığı korku dünyası sayesinde, ekonomik nedenlerle öfkeli hale gelen kesimlerin desteğiyle başkanlığa doğru gidiyordu Trump. Bu hedefe doğru yürürken demokratik teamülleri unutuyor, korku imparatorluğu kıstaslarıyla sokaktaki yoksul Amerikalı ile ‘öteki’den nefret eden zengin olanını aynı potada eritmeye çalışıyordu. Adeta Putinizm’in Amerikan türevini yaratıyordu Trump’ın bu ‘yeni dünya’sı.

ABD’li ünlü sağcı yazar Robert Kagan, abartılı da olsa,‘yeni faşizm’ olarak nitelendirdiği Trump’ın yeni dünyasının geleceğinde, aynı Putinizm’in benzer noktalarını öngörüyor. Medyayı kontrol etmek, yargıyı ele geçirmek, parlamentoya hâkim olmak, muhalefeti yok etmek ve halkın öfkesini kullanarak sandıktaki saltanatını korumak. Diğer bir deyişle mobokrasi, yığınların yönlendirdiği sözde demokrasi.

Liberal düşünürlerden Alexis de Tocqueville iki yüzyıl önce şöyle uyarmıştı: “Kışkırtılmış, öfkeli ve sınır tanımayan yığınlar, demokrasinin ve kendi özgürlüklerinin temelini oluşturan kurumları bile yok etmeye hazır kalabalıklara dönüşebilir. Bu da, demokrasiden uzaklaşıp gücünü bu yığınlardan alan bir tiranın başa gelmesine neden olabilir.”

Sandık demokrasisi sayesinde dünyanın çeşitli bölgelerinde olan, tam da budur. Mobokrasi iktidara gelmektedir. Başta, halkın çoğunluğunun desteklediği güçlü bir lider. Onu, her türlü yanlışına rağmen koşulsuz destekleyen siyasetçiler; yanlışları görmelerine rağmen susmayı tercih eden başka siyasetçiler ve bir bir yok olan iç ve dış muhalif siyasetçiler. İşte mobokrasi veya Putinizm.

Tablo bir hayli karanlık. Kagan, Trump’ın başkan olması durumunda, yakın tarihin benzer oluşumlarından hareketle, ABD’ye faşizmin geleceğini iddia ediyor. Öfkeli, ‘öteki’ye tahammülü olmayan, ekonomik sorunların içinde mücadele eden, rövanşist ve güvenlik duygusunu kaybetmiş yığınların desteğini alan güçlü liderlerin demokrasinin en büyük düşmanı olduğunu savlıyor, Trump’tan hareketle.

Robert Kagan ABD’den, Ken Loach ise Avrupa’dan dünyayı uyarıyor. Her ikisi de tarihi ve sosyolojik dinamikler üzerinden endişelerini dile getiriyor.

Çözüm tek. Gerçek, çoğulcu ve özgürlükçü demokrasiye inanan başka yığınların birlik olup gittikçe yayılan bu ‘yeni gerçeğe’ karşı çıkmanın yollarını bulmaları.

İşte orada da yığınları doğru yönde yönetecek bir başka tür güçlü lider lazım. Ama görüldüğü üzere tarihin bu döneminde bu türden bir lider bulunmuyor.

Evet, bana her şey 1930’lar dünyasını hatırlatıyor...