Avrupa Birliği düşüncesi, II. Dünya Savaşı dehşetinin ardından iddialı bir hayaldi. Yüzyıllardır birbirleriyle savaşan Avrupalı ülkeler arasında bir daha savaş çıkmaması hedefine ulaşmak için bölgesel entegrasyonun teşvik edilmesini öneriyordu. Entegrasyon fikri, savaştan sonra harabe haline gelen kıtanın ekonomik olarak yeniden inşası, Soğuk Savaş’ın gerilimi artarken Avrupa’nın güvenliğini sağlama zarureti ve birçok çatışmaya yol açan milliyetçiliğin yeniden yükselişinin önlenmesi ihtiyacı ile güçlendi. Kıtada kalıcı bir barışa ulaşma isteği, Avrupa ülkeleri arasında kurulacak olan güven ve işbirliğinin temel katalizörüydü, böylece Avrupa bir daha asla savaşlarla parçalanmayacaktı.
1949 yılında Avrupa Konseyinin ardından, ezeli düşmanlar Fransa ve Almanya arasında yeni bir savaşı önlemek için 1951 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu kuruldu. Savaşın ham maddeleri olan kömür ve çelik, artık barışın aracı olarak görülüyordu. Bu mütevazi başlangıç bugün, 28 üye ülkeye (Brexit sonrası 27’e düşecek) sahip önemli bir güç haline geldi.
Günümüzde ise AB’nin ciddi bir krizin içinde olduğu yadsınamaz. İngiltere’nin örnek gösterilen böylesi prestijli bir kurumdan ayrılmak istemesi bu krizin görünen parçalarından sadece bir tanesi. AB’nin son on yılına baktığımızda, Birlik’in sadece batı ve doğu olarak değil, kuzey ve güney olarak da içten bölündüğünü görüyoruz.
2008 yılındaki Lehman Kardeşler sorunu küresel ekonomik bir krize evrilirken, Euro sistemine geçilmesinin ardından Almanya’nın kredibilitesi sayesinde düşük faizle borçlanmaya başlayan, bu nedenle mali disiplini bir kenara bırakıp taşıma su ile dükkanı çevirmeye alışan ekonomisi güçlü olmayan AB ülkeleri ile başlayan Euro krizi, AB’de her şeyin güllük gülistanlık olmadığını gösteriyordu. Yunanistan, İspanya, Portekiz bu tartışmanın odağındaydılar. Aradan geçen zamanda Euro sistemindeki sorunlar çözülmeye çalışıldıysa da AB’nin benzer bir krize karşı yeterince dayanıklı olmadığı ekonomistlerce vurgulanıyor. İtalya bu konuda dikkat edilmesi gereken ülkelerin başında yer alıyor.
O dönem uygulanan kurtarma ve reform paketleri oldukça maliyetliydi. Ancak bir maliyeti de üye ülkeler arasındaki ayrışmayı tetiklemesiydi. OECD’nin Avrupa’nın sosyo-ekonomik bölünmesi ile ilgili raporu tam da bu sorunu vurguluyor, üye ülkeler arasındaki ekonomik eşitsizliğin son on yılda büyüdüğü konusunda uyarıyor. Bunu sadece gelir ve alım gücü olarak algılamamak gerek. Ekonomik eşitsizliğin büyümesi kurumlara olan inancı sarsarak sosyal istikrarsızlık yaratır. AB projesine inanç sarsıldığında da AB’nin kendisi tartışmaya açık hale gelir. Bu da bir çok AB ülkesindeki seçimlerde ortaya çıkan AB karşıtı-AB yanlısı bölünme ile kendini açıkça gösteriyor.
Bu hoşnutsuzluk ve endişe, Suriye savaşı ile hızlanan ancak ekonomik ve/ya politik krizin olduğu, çatışmanın yaşandığı bölgelerden Avrupa’ya akın eden mülteciler ile katlandı. AB tıpkı ekonomik kriz gibi, mülteci akınına karşı da hazırlıksız yakalandı. AB ülkeleri arasında mülteci konusundaki fikir ayrışması, ortak bir iltica politikasına varılamaması, bazı sorunların ötelenmesine, çözülememesine sebep oldu.
Üstelik sadece üye ülkeler arasında değil, ülkelerin kendi içlerinde de bölünmesini beraberinde getirdi. Sonuçları ise AB hayali kurulurken kaçınılması şart olan milliyetçiliğin yeniden alevlenmesinin yanı sıra, sağ ve sol popülist liderlerin bu boşluktan yararlanarak güç kazanması ve artan ırkçılık, yabancı düşmanlığı oldu.
Ayrıca mülteci krizi entegrasyon için alınan bir çok kararı da sorgulatmaya başladı. Göçü engellemek için sınırlar yeniden çizilmek isteniyor, serbest dolaşımın kalkması tartışılıyor. Entegrasyon için AB’ye teslim edilen egemenlikler geri istenebiliyor. Ekonomik durum da çözüm bulmaya yardımcı olmayınca, Fransa’da Front National ikinci tura kalabiliyor, Almanya’da Alternative für Deutschland oylarını katlayabiliyor. Tüm bu sıkıntılara Brexit ve beraberinde getirdiği belirsizlik halini, Fransa ve İtalya arasındaki elçi krizinin yarattığı şaşkınlığı ve tabi Trump’ın baskısını, Rusya ile olan çekişmeyi ve Çin ile olan rekabeti de eklemek gerekir.
Tüm bu faktörler bir araya geldiğinde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan düzene karşı genel bir hoşnutsuzluk, hayal kırıklığı ve geleceğe karşı güvensizlik oluşuyor. Böyle bir ortamda Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketinin önemli bir oranda destek bulması şaşırtıcı olmuyor.
On yıl öncesine kadar bir istikrar abidesi olarak imrenilen AB bugün yapısal sorunlarla uğraşıyor. Ancak kuruluş ilkeleri olan değerler hala yerini ve önemini koruyor. AB’nin geleceği, üye ülkelerin iç politik kararları ve AB’ye yönelik algıları ile şekillenecek. Üye ülkeler arasında artan sosyo-ekonomik eşitsizlik AB projesine olan inancı etkiliyor, krizlere olan direnci azaltırken, milliyetçiliği körüklüyor. Oysa Birleşik Avrupa fikri güven ve işbirliği üzerine kurulmuştu. Bunu yeniden güçlendirecek adımlar atmak AB’nin ana önceliği olmalı.