Kelebek hayatları yaşıyoruz bizler, hiç farkında olmasak da... Kelebeğinki kadar kısacık... Ve kelebeğinki kadar etkili! Her an bir kelebek kanadı çırpması etkisinde. Hani bilirsiniz o hikâyeyi: Afrika’da bir kelebek kanat çırpsa, Çin’de deprem olur derler. Ya da başka yerde. Bilincinde dahi olmadığımız minicik değişkenlerin etkisinde yaşadığımızı anımsatan bir hikâyedir bu. Ve en ufak bir değişkenin değişmemesi halinde insanlığın yaşamında ve her birimizin yaşamında bambaşka sonuçlarla karşılaşacağını belirten bir hikâye. Düzenin, sürekli, öngörülemeyen değişkenlerden oluştuğunu hatırlatan, bu öngörülemeyen değişkenleri –özellikle de onlara olumsuz anlamlar katıyorsak- sevmesek de yaşamı tam da onların üzerinden yaşadığımızı hatırlatan, kaosun düzenin temel taşı olduğunu hatırlatan bir hikâye. Çünkü değişkenler her daim oradalar, her birimizin yaşamındalar. Ve her değişken, her şey gibi, anlamlandırdığımız kadar anlamlı, değer verdiğimiz denli değerli... Verdiğimiz değer ise –ya da vermediğimiz, veremediğimiz hatta- o değeri hak ettiğini düşünenlerin gününü gün ediyor ya da cehenneme çeviriyor.
Bazan bir gülücük dünyamızı aydınlatıyor. Bazan da o gülücüğün yokluğu cehennem alevlerinde yakıyor bizleri. Oysa düne kadar o gülücüğü bilmiyorduk bile belki de.
Bazan ne kadar minikse bir jest o denli büyük oluyor etkisi yaşamlarımızda. Ve ne kadar eksikse o mini minnacık jest o denli yıkıcı oluyor tepkimiz.
Her an yaşıyoruz kelebek etkisini yaşamlarımızda. Güzelliklere vesile olduğunda mucize diyoruz, yeniden doğuyoruz kendimizden. Belki de çok fazla önem addediyoruz olana ya da olmayana. Halbuki olduğu gibi kabul etmek de var yaşamı. İsimlendirmeden hiç bir şeyi, anlamlandırmadan, etiketlemeden... Düşünmeden çok fazla. Bilinçli kontrolü bırakıp, uyanık ve farkında yaşayarak. Tıpkı bir salıncağın tepesinde sallanırken, ya da bir hamakta tepetaklak durup dünyaya tersinden bakarken, ince bir ipin üzerinden havada takla atarken hem her bir kasımızın farkında, hem de akışta kalabilmek gibi. Sesler ve esler arasındaki kayganlığa ulaşabilmektir akışta olmak. Müziğe de melodisini veren de tam bu kayganlıktır. Yaşama gücünü veren ise bilinçli kontrolcülükten arınmakdır. Kendimizin de kelebek olduğunu unutmadan... Ve çırparak kanatlarımızı korkusuzca, - güzellikler için çırparak, -bencilce değil- sevgiyle, sevgide çırparak. Çünkü ancak o zaman gerçek olur mucizeler, ancak o zaman bayramlar da bulur anlamlarını.
Her gün yeniden doğuyor güneş. Her gün yeniden doğuyor insan... Belki de bu gün Yaşar Kemal’e bırakmalı sözü: “Dünya her gün, her gün, her gün güneş doğarken deri değiştiriyor, yepyeni terütaze oluyor. İnsan, her insan, eğer insansa, her gün, her gün tanyerleri ışırken, yeniden doğuyor.”
Önümüz biz Yahudilerin ışık ve mucize bayramı Hanuka, ardından Noel’i var Hristiyanların ışıl ışık ve yılbaşı yeni umutlar addettiğimiz bir dönüm noktası…
Mucizeler ise, -inanıyorsanız- her an yaşamımızda… Bir kelebek illa ki her an bir yerlerde çırpıyor kanatlarını… Elimizi uzatıp mucizeleri yakalayabilmek için hazır olmak gerek, anda, akışta olmak gerek.
Hazır olmanın yolları çok ve çeşitli... Hafif olsun diye birkaç ipucu bırakalım buraya... Dileyen dilediğince eklesin, dilediğince yaşasın mucizeleri…
1) Her sabah uyandığında gördüğü güzelliklere şarkı söylemek en kolay yoludur günün daha en başında akışa geçmenin. Güneşin doğuşuna, kuşların uçuşuna, yanınızda uyanmakta olan sevgiliye, yan odada uyuyan bebenize, aylardan sonra çiçek açmış bitkinize, belki bir kahvenin kokusuna, sokaktan geçen simitçinin çağrısına, ya da sadece, sadece nefes aldığınıza şarkı söylemek... Gün içinde de, istediğiniz gibi yürümediğini sandığınız her anda, bir şarkı “toparlar hemen ruhunuzun dağılan parçalarını” bir araya.
2) Sarılmak... Sevdiğinize sarılmak... Ya da sokakta rastladığınız hiç tanımadığınız birine sarılmak... İki yıl önce de yazmış olduğum gibi, “sarılmak, sımsıkı, dostça, kardeşçe sarılmak birbirine… Hiç bir art niyet taşımaksızın sarılmak. Belki de kime sarıldığını bile bilmeden sarılmak. Bazan ağaca sarılmak. Bir sarılma anında, hissediyorsunuz ağacın içindeki yaşam enerjisini; ağaçtan size, sizden ağaca durmaksızın bir akış hali yaşanıyor her sarılmada. Geçmişle yoğrulmuş yaşlı bedenleri üzerinden yaşanmışlıkları her yıl yeniden yeşeren yaprakları ile geleceğe taşıyan bir enerji…” Sarılmak ve hissetmek; dinlemek, sessizliğinde dinlemek sarıldığınızın söylediklerini.
3) Vermek... Kendinden vermek. İlgi göstermek hayatımızdakilere, sevgi penceresinden bakmak her ana, her olana. Paylaşmak diyoruz ya biz, aslında çoğaltmaktır paylaşmak dediğimiz yaşamın soyut güzelliklerini. Verdikçe yüreğinin genişleyip büyüdüğünü ve aslında ne çok aldığını fark etmektir vermek.
4) Çocukları izlemek parklarda... Kaydıraklarda ya da salıncaklarda. Hatta çekinmeden, sallanmak o salıncaklarda. İhtiyacınıza, becerilerinize göre yavaş yavaş ya da daha hızlı... Salıncağın ritmi ile bütünleştiğiniz an, içinizdeki çocukla barıştığınız ve yaşamı onunla birlikte, yine onun gözüyle gördüğünüz andır aslında. Kendimize yüklediğimiz kurguların bizleri ne kadar aşağı çektiğini, oysa gönlümüzden geçeni yaparken kelebek kadar hafiflediğimizi fark etme anıdır.
5) Ve asla vazgeçmemek kendinden. Çünkü biz vazgeçmedikçe kendimizden, zaten vazgeçilemez olanız.
Kelebek hayatları yaşıyoruz bizler. Fark ettiğimizde, her anımız bayram. Kutlu olsun.