“Yaşamın gizemi, çözülmesi gereken bir problem değil, yaşanması gereken bir gerçekliktir”* Allan Watts
Sosyal uzaklaşma günlerimin 28. günü... Günler karıştı. Takvim anlamsızlaştı. Doğaya yakınlaşıyoruz evlerimizin duvarlarının ardında. “Doğada pazartesi yoktur” diyordu Magma Dergisi yıllardır. Haklıydı. Biz anlamıyorduk. Birbirimizle anlaşabilmek için ihtiyacımız vardıysa da takvime; takvimin, günlerin, günlerin adlarının yoktu yaşamın özüne bir katkısı. Belki de zararı vardı. Ayrıştırıyorduk kendimizi özümüz olan doğadan. Unutuyorduk doğa olduğumuzu. Ve doğanın yarını olmadığını. Doğada yaşamın daima anda gerçekleştiğini. Zamanın dün ile yarın arasında yatay bir çizgi değil, dünden yarına bugünde hatta şu anda birbirine evrilen bir oluş hali olduğunu unutuyorduk. Yarını kontrol etme çabasına girmiştik: Bildiğimiz dünü daha güzel bir yarında sabitleme çabasına… Yaşamın asla sabit olmadığını unutarak. Yaşamın sabit göründüğü hallerde bile değişim ve dönüşüm olduğunu unutarak. Dolayısıyla bu imkânsız durumun suni güvencesine kaptırmıştık kendimizi.
Sonra bir gecede değişti hayat. Bildiğimiz dünya bir anda yıkıldı, bir daha gelmemek üzere yıkılıyor sanki. Ve bizler direniyoruz değişime... Dengelerimiz şaşıyor. Kimimiz sürekli mutfakta, hayatımızda yapmadığımız kadar pişiriyoruz. Ekmek hamurlarımız kabardıkça, yaşamın da kabardığı hissindeyiz sanırım. Evlerimizin korunaklığında dışarı çıkamadıkça dönüp içimize bakıyoruz. Dolaplarımızın derinlerinden hayallerimiz çıkıyor gün ışığına... Boya kalemleri, yazı defterleri, bir gitar, belki bir çello... Notalar... Sahi, bir zamanlar hayaller kurardık. Hangi dönemeçte kaybettik o hayallerimizi?
Hayallerini yaşama geçirmiş olanlara bakıyoruz. Virginia Woolf’un yazdıklarına bakıyorum ben, Neruda’ya... Müthiş eserlerinin altında eziliyorum. Yaptıklarımın eksikliği, yapmadıklarım, yapamadıklarım... Unutulup gidecek karamalar belki benim bu yazdıklarım... Belki de unutulup gidecek olan benim...
Bir yas dönemi bu yaşadığımız. Mucizeler Kursunda çalışmıştık yası. Dönüp bakıyorum notlarıma:
“Yaşamımızdan maddeten çıkan şeyleri hafızamızda alacaklı tutarız, hep ukde olarak tutarız. Bu da yeni şeylere alan açmaya engel olur. Doğada bir kavramdan diğerine geçişte her zaman bir adaptasyon dönemi yaşanır. Yas bu adaptasyon sürecidir. Değişmiş bir durumu, onsuz bir yaşamı kabul ve adaptasyon sürecidir. Sadece ölümden sonra değil, her şeyin yasını tutmak gerekir. Kayıp ne kadar hızlı olursa, o kadar travmatik olur. Ne kadar hazırlık yapmışsak da hayatından çıktığını bizzat kabul etmediğin için eski ile yeniyi kıyaslarsın (iş, ev, sevgili) ve yeniyi kabul etmezsin, edemezsin.
Geçiş dönemini tam yapamamış kişi ileride mutlaka bir rahatsızlıkla karşılaşır.
Kabullenilmeyen her şey bizim için bir alacak olarak kalır. Sanırsın ki unuttun. Ama bir gün öyle bir şey olur ki, için cız eder. Oysa bırakan kişide hiç bir şey cız etmez.”
“Yas bir adaptasyon sürecidir” diyordu sevgili İrem Orhon. “Bir geçiştir. Alacakların telafisidir. Dış dünya ile kendini tekrar uyum içine sokmak ve kendinle uyum içine girme zamanıdır.”
Beş etabı vardır yasın:
1) İnkar
2) Kızgınlık
3) Pazarlık
4) Depresyon
5) Kabullenme
Beyin her işlemi tek tek yapar. Bir etap tamamlanmadan diğerine geçiş olmaz. İlk iki etap duygusal süreçtir. Duygusal safra boşaltma, inkar etme, kızgınlık, üzüntü, keder hep bu dönemin halleridir. Aralıksız bir şeyler yapma, kendini geliştirme çabası ya da hiç bir şey yapmama halleri bu dönemin halleridir. Bu haller beyne biraz mesafe verme sürecidir aynı zamanda. Olanı kabullenmek için önemli bir adım.
Sonra mantıksal süreç başlar: Düşünme, geviş getirircesine yeniden düşünme, sorgulama, analiz etme zamanla yerini çözüm önerilerine bırakır. Belki de en çok takıldığımız yerdir burası. Hele şimdiki gibi dönüşümün tamamlanmadığı, yarının ne olacağını bilmediğimiz hallerde.
Oysa ne zaman bildik ki? Sadece bildiğimizi sanıyorduk! Kontrolün bizde olduğunu sanıyorduk. Bilmediğimizi anladığımız an, çözüme ulaştığımız an oluyor aslında. Bilmediğimizi anlayıp kabullendiğimiz an! Yaşamın yarında değil, şu anda gerçekleştiğini anladığımız an, alacak verecek kalmıyor. Bilanço defteri sıfırlanıyor. “Helal et, gitsin.” Artık bembeyaz sayfalı yeni yaşam defterini açma zamanı. O defter ki ne dünün anılarını getirsin önümüze temcit pilavı gibi ne yarının beklentileriyle engel olsun yaşama.
Şu an, hepimiz sustuk bir anlamda, kapandık evlerimize. Şanslıysak pencerelerimizden ağaçların, yaprakların, çiçeklerin bahara dönüşünü izliyoruz. Kuşları daha çok duyuyoruz şehrin gürültüsü kesileli beri. Bir de beynimizin gürültüsünü kesebilsek kontrolü bırakıp! Her ana tamamen duyarlı olabilsek, her anın yeni ve eşsiz olduğunu görüp tümüyle almaya açık olabilsek! Rüzgarda bir yaprak kadar hafif salınmak da mümkün olacak. İşte o zaman, müziğini icra eden bir sanatçının ya da dans ederken her birimizin müzik ile bütünleşmesi, müziğin kendisi olması gibi, hayatı yaşayan değil de, yaşamın ta kendisi olmak mümkün.
Meraklısına not:
* Bugünlerde en çok geri dönüp incelediğim Alan Watts’ın ‘Güvencesizlikteki Bilgelik’ kitabı: “Endişe çağı için güçlü bir mesaj”
Seslendiren: Dalia Maya