Delirtmeyin bizi

Korona günlerinde halkın büyük çoğunluğu sürekli evde oturuyor. Vücudun fiziksel hareketleri ile dolaşımı en aza indiği için kaslar işlevlerini yapmakta zorlanıyor, vücutta zaman zaman belirli bölgelerde ağrılar baş gösteriyor.

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı Sesli Dinle
20 Mayıs 2020 Çarşamba

Ama bir o kadar da önemli başka bir sorun daha beliriyor.

Belirsizlik ve gelecek korkusu, kimi zihinlere yoğun karamsarlık bulutları yüklerken kimilerinde de eskiye inat, daha da fazla nefret hissiyatını arttırıyor.

Sosyal medya ve hatta televizyon kanalları ise, bu hastalıklı ruhlara filtresiz ve sonsuz özgürlükte nefretlerini kusmaya platform oluşturmaya istikrarlı bir şekilde devam ediyor.

Yüzyılda bir başımıza gelen korkunç musibetin düşünce pratiğimizde bir nebze paradigma değiştirteceğine, insanın kardeşine bir nebze empati gösterteceğine, insanlığın, istisnasız ortak düşmanına karşı dayanışma göstereceğine tersine, kindar ve nefret kodları yok olmuyor.

Mevcut belirsizliğin yarattığı huzursuzluk, istikrarlı karanlık ruhlardaki nefret hücrelerini sürekli bölerek çoğaltıyor. Dur durak bilmeden, aynı ülkede yaşayan vatandaşına, gezegende damla büyüklüğündeki dünyanın kendisi gibi damla boyutundaki hemcinsine, akılla izah edilemeyecek düşmanlıkta sözlü saldırmaya devam etmekte kendini kontrol edemiyor.

Bir televizyon programında komşularını karşıt fikir dünyasında oldukları için ‘götürmeyi’ ifşa etmekten ve bunu fütursuzca cümle âleme duyurmaktan sakınılmamasını görmekten ve duymaktan, hassas vicdanların yaralanması ne ifade ediyor ki artık?

Koca bir karanlık hüzün boşluğuna düşüyorlar sadece. 

Televizyon kanalının olayın vahametini anlayıp özür dilemesine rağmen kanalları teftiş etmekle yükümlü kurumun, “Büyütülecek bir hadise” değil yorumu vicdanları daha da yaralamayacak da, ne yapacaktı? Gelen tepkiler üzerine makul bir açıklama yapılması tek tesellimiz olsun bari. 

Sigara ve içki görüntülerini, her resim karesinde buzlatmayı emreden kurumun, bir kurşunuyla anında insan hayatına mal olacak ateşli silahların göründüğü ve ateşlendiği film karelerine zaten hiçbir müeyyide uygulamamasını nasıl karşılayacaktık olumlu ve makul düşünmeye çalışan beyinler olarak?

“Vicdan varsa susamazsın”derler ama konuşacak takatimizin kalmadığı da bir başka kahredici gerçek olarak karşımızda, boy aynamızda duruyor.

Öte yandan, Türkiye nüfusunun sadece ve sadece, binde ikisini oluşturan farklı dinlerin cemaat liderlerini, mesnetsiz bir şekilde kimi oluşumların içine koymayı düşünmek bile ne tür bir vicdan tezahürüdür acaba? 

Bu tür nefret söylemlerinin müeyyidesi olmayınca, karanlık vicdanlar daha da azarken salt yaşamaya çalışan vicdanlar iyice karamsarlığın fırtınasına yakalanıyor.

Bu arada, profesör ünvanlı insanların akıl sağlığını bozucu yorumlarını izlemek bir başka post modern işkence uygulaması işlevini yerine getiriyor.

Örneğin, kızlarda 13 yaşın, doğurmak için en ideal yaş olduğunu söyleyen koca profesörü veya ‘çaktırmadan’ bilgisayar ekranından kızların fotoğraflarına bakan bir başka profesörü görünce delirmemek mümkün olmuyor…

Goethe’nin meşhur lafı geliyor akıllara sonra da. “Bazen gezegenimizin evrenin tımarhanesi olup olmadığını düşünmeden edemiyorum.”

Belki de sığınak, Philip K. Dick’in sözünde bulunuyor: “Delirmek bazen gerçekliğe verilebilecek en uygun tepki.”

Delirsek mi acaba?

***

Delirmeye bir kala, COVID salgınının ülkemizdeki seyrine ve bunun üzerinden ilerleyen sürece ait havada kalan soruların cevaplarını kimse bilemiyor maalesef.

Salgının yayılma hızını gösteren bir R0 rakamı var mesela. Bu rakamın 1’in altına inmesi salgının büyük bir oranda kontrol altında olduğu anlamına geliyor. Yüksek ölüm oranlarının olduğu Avrupa’da bile bu rakam bugün, 0,5-0,9 aralığına inmişken ve orada hâlâ sıkı tedbirler yürürlükteyken bu oranın bizim ülkemizde 1,50 civarında olması hepimizi düşündürtmemeli mi?

Diğer bir deyişle her enfekte olan bir kişinin virüsünü 1,5 kişiye bulaştırma riski var. On enfekte olan kişi on beş sağlıklı vücuda virüsünü geçirebiliyor demektir.

Lakin, vaka sayılarıyla birlikte gelen rahatlama, bu rakamın anlatmak istediği aciliyet ve aşırı tedbir alınma zorunluluğuna pek karşılık gelmiyor. Bu sayı, birin altına düşmedikçe matematik olarak salgının yayılma tehlikesinin devam edeceğini bilim söylüyor. O halde özellikle futbol oyunlarının başlaması konusunda gösterilen yüksek gayreti anlamak mümkün mü?

Ya, futbolun başındaki yöneticinin, “Pozitif çıkan futbolcular olursa onları ayıklayıp ilerleriz” demecinin tamamen ‘duygusal’ güdülerle verildiğini, diğer bir deyişle futbol ekonomisinin bu yüzyılın en istisnai olumsuz durumunda bile sekteye uğramamasının istendiğine dair gaddar bir yaklaşımın buyurgan iklimimizde maalesef geçerli olduğunu düşündürtmüyor mu?

Savaşa mı gidiyoruz da, Dadaloğlu’nun, “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” sözünü hatırlamak zorunda kalıyoruz?

Salgın henüz tam kontrol altına alınmamışken bu futbol aculluğunu anlamak tabii ki mümkün değil. Türkiye genel anlamda salgını iyi yönetmişken, iyileşme evresinde yapılacak önemli yanlışlar geri dönülmesi çok meşakkatli bir yola sürebilir memleketi.

Bari sadece, bu yüzyılın istisnai musibetinde ‘duygusal’lık bir süre için çöpe atılsa da insanın sağlığı öne çıksa, ne olur?  

Merak edilmesin, kapitalizm ve kâr güdüsü bir müddet teneffüse çıkabilir.

Hiç birinize bir halel gelmez.

O halde,

Delirtmeyin bizi lütfen.

 

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün