ERCAN Y YILMAZ: “Yazının, yazarda doğum lekesi olduğuna inanıyorum”

“Kirli Beyaz” adlı hikâyesi ile V. Gila Kohen Öykü Yarışması’nda Birincilik Ödülü’ne hak kazanan Ercan Y. Yılmaz ile, kazanan öyküsü, edebiyata olan ilgisi ve bu alandaki diğer çalışmaları üzerine söyleştik

Tuna SAYLAĞ Şalom
10 Haziran 2009 Çarşamba

Batman’da yaşayan Ercan. Y. Yılmaz ile  öyküsünü ve edebiyata olan ilgisini  konuştuk.

Yazıyla ilişkiniz nasıl başladı ve daha çok neler kaleme alıyorsunuz?

Yazının, yazarda doğum lekesi olduğuna inanıyorum. Bunun yanında unutkanlığımın bana yazma alışkanlığını kazandırdığını söyleyebilirim. Zaten “yazmak” insanoğlunun hatırlama ve hatırlanma çabasından doğan eylemdir diye düşünüyorum. Ortaokul yıllarımda matematik defterimi günlük olarak kullanırken hatırlıyorum kendimi, sonra elime geçen ve birkaç harfi eksik daktilo ile yazdığım öykü ve yine o yıllarda yazdığım zengin kafiyeli şiirler hatırlıyorum. Bir de hatırlamadıklarım var tabii. Başta da belirttiğim gibi hafızam kötü, yazıdan öncesini hatırlayamıyorum. Lise yıllarımda kütüphanede buldum kendimi. Türk ve Dünya klasikleri ile tanıştım. Özellikle Yaşar Kemal beni büyülemişti. Kütüphane memurlarının, elimdeki kitabı bitirebilmem için fazla mesai bile yaptıkları oluyordu. İlk yazım yerel bir dergide yayımlanmıştı. Ne kadar sevindiğimi anlatamam. O gün yazmaya devam etmem gerektiğini hissettim. Çünkü o mutluluğu daha önce hiç yaşamamıştım. Sonraki sayıda ise bir şiirim yayımlanmıştı. Öykü ve şiir bende hep birlikte var oldu. Bazı dönemlerimde şiir baskın gelir; bazı dönemlerde ise öykü. Hangi dönemler olduğunu bilmiyorum; ama yaşıyorum. Şiir ve öykü arasında ayrım yapmayacak kadar ikisini de önemsiyorum.

Şiir, öykü, deneme; bunlardan hangisiyle kendinizi daha iyi ifade edersiniz?

Anlatmam gerektiğine inandığım bir konu varsa ve bu bende yoğun bir hâl alıyorsa öncelikle bu konuyu hangi türle anlatabileceğimi düşünürüm: Öykü, deneme ya da desen. Ama şiir daha farklıdır. Tutup da şu konuda şiir yazacağım diyemiyorsun. Yani şiirde anlatmak istediğin bir konu yoktur; kendini anlattıran imgeler vardır. Evet, denemelerim var, az da olsa karikatür ve desen çalışmalarım olmuştur; bunun yanında ‘Vitrin’ adında kısa metrajlı ilk filmimin çekimlerini bu hafta içersinde bitirdim. Bunlar bendeki anlatma kaygısından kaynaklanıyor. Bulunduğum coğrafyada hikâyeler anlatıcısını bekliyor, ben bunları yazmakla mükellef bir ruha sahip olduğumu hissediyorum. Farklı anlatım yollarına yönelmem bundandır; ama kendimi şiir ve öykü ile daha iyi ifade edebildiğime inanıyorum.

Bulunduğunuz coğrafyada, özellikle töreler yüzünden, genç kız/kadın intiharları oldukça yaygın ve olağan; öykünüz bu acı gerçekten ne kadar pay aldı?

Hiçbir yaratım, coğrafyasından ve tarihinden bağımsız değildir. Bünyesinde yerel ve dönemsel imgeler taşır. İntihar haberlerinin ayyuka çıktığı dönemlerde bu öyküyü yazmaya başlamıştım. Yaşadığım yer “İntiharlar Kenti” olarak anılıyordu. Ben de herkes gibi basından takip ediyordum bu haberleri. Doğup büyüdüğüm yere dönüp tekrar yerleşince, gerçekte durumun biraz daha farklı olduğunu gördüm. Mesela; üniversite sonrası memurluk sınavı bunalımından intihar eden genç kız, ulusal basında “Aile meclisi tarafından intihara sürüklendi” diye yer buldu. Sonra siyasi kumpaslarında kaybolan babasını, senelerce bekleyen bir başka genç kız intiharına töre deme sefaletinden vicdanımızı nasıl aklayacağız? Her halkın bir yaşayış kültürü vardır. Töre derken artık gerçek anlamını göz ardı ediyoruz. Töre: “Bir toplulukta benimsenmiş kuralların, görenek ve geleneklerin, ortaklaşa alışkanlıkların, tutulan yolların bütünü” diye tanımlanıyor. Ama zihnimizdeki “töre” kavramını yoz ve geri gibi sıfatlarla pekiştirdik. Kadın cinayetleri ve intihara sürükleme olaylarıyla süsledik ki, bu kelime tabumuz haline geldi. Halklar geleceğe akmak için törelere ihtiyaç duyar. Bu Latin Amerika’da da böyledir, Fas’ta da… En ilkel kabilelerden en modern şehirlere kadar toplumu düzenleyen gelenekler vardır. Hem bir halk sadece törelerle mi yönetilir? Kadim bir halkın varı yoğu töredir diye gösterildi ve bu şekilde rencide edildi. Töre deyip geçmek, kendini aklama yöntemidir. Yani intiharlar ve cinayetlerin eğitim, sosyoloji, psikoloji ve ekonomiden kaynaklı nedenlerine karşı körüz. Kolayımıza geleni yapıyoruz. Töre deyip geçiyoruz. Ben sadece anlatıcısıyım bu öykünün, gerisi psikologların, sosyologların işi.

Beyazı Kirli’de olayın kahramanı genç kız, adım adım ölüme gidişini, son derece sakin, heyecansız bir dille anlatıyor, sanki sıradan ve absürt bir olay yaşarmış gibi… Bu ruh durumunu nasıl açıklarsınız?

“Beyazı Kirli” benim öyküm, intihar eden genç kız bu öykümün kahramanı. Ama kendi öykü kahramanımın ruh durumunu açıklayacak kadar psikolojinin karnından konuşamam. Öykünün çıkış noktası da zaten bu. Yani “bilmemek”; evet ortada bir “kadın intiharı” gerçeği var; ama nedense bu konuda söz söylemesi gerekenlerden çok dinlemesi gerekenler konuşuyor. Herkes bir yorum yapabiliyor kadın ve intihar denince. Öyle ki, bakiyemizde hazır yorumlar bile var; en çok başvurduğumuz da: töre. (Yine başa döndük), töre demek biraz da bu intiharlar ve cinayetleri haklı görmektir, kabullenmektir. ‘Yazgı haline gelmiş ne yapabiliriz’ demektir. Sadece ardından bir “vah vah” çekmektir. Bu kadar önemli bir konuda konuşan değil, dinleyen tarafta yer almalıydım ve bu öyküde tarafsızlığına inandığım eşyaları konuşturdum. Onlar dilsiz tanıklardır.

Genç kız, neden ölmek istediğini bilmese de, kaderiymiş gibi kendini öldürmekte kararlı. Aslında yazgısını değiştirmek sadece kendi elinde olmasına rağmen, vazgeçmek için son dakikaya kadar başka bahanelerden medet umması ne kadar gerçekçi? Gerçekten bir şeyler onu durdurabilir miydi?

Öykünün ilk iki cümlesini hatırlayalım: “Şimdi beni kim durduracak? En ufak bir çıtırtıya bile ikna olurum.” Sanırım anne biraz daha erken gelseydi ya da ‘roman’, kahramanın yakınında olsaydı bu intihar gerçekleşmezdi. Tabii, bunlar sadece bir tahmin. Ancak öyküyü o noktadan sonra değiştirip tekrar yazarsam nasıl biteceğini bilebiliriz. Öykü kahramanlarının yazardan bağımsız hareket etmesi gerektiğine inandığım için onları serbest bıraktım.

Metaforlarınız ve öykü kurgunuz çok başarılı. İntiharın ardından dile gelen eşyalar, olayda bir suçları olmadığını ispatlamak için tıpkı insanlar gibi bahaneler üretirken suç eli silah tutanların değil, yine kalem tutanların oluyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Öyküde silah tutan el katil olduğu kadar da maktuldür. İntihar mağdurudur. Eşyalar olayın tek tarafsız tanıklarıdır; ama onlar da olayla ilgili yorum yapmaktan kaçınıyorlar. Son sözü suçlamayla beraber yazara bırakıyorlar. Yazar susuyor. Belki bu konuda yetersiz olduğu için konuşmuyordur. Ama onu bilemeyiz; suçlu olduğu için de konuşmuyor olabilir. Hangi yazar (aydın) toplumdaki olaylardan sorumlu olmadığını iddia edebilir? Hangisi vicdanında kendisini aklayabilir? Hâlâ sokaklarda dipçiklerle çocuklar komalık ediyorsa ve bunlar ulusal mahkemelerde yargılanıyorsa; ergenlik dönemi henüz bitmişken evlendiriliyorsa bir kız çocuğu; buğday ekmek için sürülen tarlada cesetler fışkırıyorsa, domuz bağı ile insanlar diri diri gömülüyorsa ve vuruluyorsa sokaklarda aydınlar, kim suçsuz olduğunu iddia edebilir.

Yazılarınıza, şiirlerinize neler ilham olur?

İlham diye bir şeyin varlığı kesin olmakla birlikte, anlatması güç bir kavramdır. Neyin sana ilham verdiğini bilip sistematik bir şekilde hareket edemezsin. Ama ilham kaynaklarımı iki kelime ile özetleyebilirim: Yaşamak ve yaşamamak. Sanırım bu iki kavram içerisine her şeyi alıyor.

Edebiyat yolculuğunuzda kimler size öncülük ediyor, kimleri okursunuz?

Edebiyat yolculuklarında öncülük olmaz. Bir yazarın ya da şairin gölgesinde doğru bir edebiyat yapılabileceğine inanmıyorum. Madem ki özgünlük, o zaman gölgeden sıyrılmak gerekir. Ama etkilendiğim şair ve yazarları gururla sayabilirim. Bunun yerine edebiyat hayatımın temelini oluşturan ilk kitaplarımdan söz etmek, bana daha anlamlı geliyor. Lisede düzenlenen “anne” konulu şiir yarışmasında birincilik ödülü olarak bana Orhan Veli Kanık’ın şiir kitabı verilmişti. Yine o yıllarda param yetmediği için satın alamadığım ve izinsiz ödünç aldığım (çalmadan biraz farklı ve haklı el koyma), bakraçta yaprakları ıslanan Ahmed Arif’in şiir kitabı. Harçlıklardan arttırılan parayla aldığım Cemal Süreya, Nâzım Hikmet ve Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiir kitapları ilk kitaplarımdır. Bunların yanında kütüphanede eserleriyle tanıştığım Yaşar Kemal, Peyami Safa, Sabahattin Ali edebiyat hayatımı ilk etkileyen yazarlardır.

Gila Kohen Öykü Yarışması’na katılmaya nasıl karar verdiniz, böyle bir sonuç bekliyor muydunuz?

Öykümün bittiği hafta bir internet sitesinde yarışma duyurusu ile karşılaştım. Öykümün bu etkinliğe yakışacağını düşündüm ve gönderdim. Gönderdikten sonra sonucu bekledim ve tahmin ettiğim gibi de oldu. Törende çok güzel insanlarla tanıştım, en büyük ödülüm bu oldu.  Hepsinin ismini zikredemeyeceğim ama özellikle Feridun Andaç’ın sıcaklığını unutamıyorum. Aracılığınızla bu güzel insanlara selam ve teşekkürlerimi iletiyorum.

ERCAN Y. YILMAZ Kimdir?

1982 yılında Batman’da doğdu. 2005 Kars Kafkas Üniversitesi mezunu. Şiir, öykü ve denemeleri Akatalpa, Sincan İstasyonu, Şiiri Özlüyorum, Bireylikler, Afrodisyas Sanat, Eliz, Güney, Esmer dergilerinde yayımlandı.Batman’da yaşıyor.

Ödülleri:

2008 Yılmaz Güney KSF Şiir Özendirme Ödülü

2008 Bülent Ecevit Şiir Özel Ödülü

2008 YXK Hüseyin Çelebi Şiir Ödülü

2009 Homeros Salâh Birsel Şiir 3.lük Ödülü

2009 Ş.Avni Ölez Şiir Ödülü

2009 Gila Kohen Öykü Ödülü