Levy’nin peşmergesi

Bernard Henri Levy’nin 92 dakikalık ilginç belgeseli

Viktor APALAÇİ Sanat
10 Ağustos 2016 Çarşamba

69. Cannes Film Festivali’nin sonuna yaklaşılırken, Festival Direktörü Thiery Frémaux, ellerine son dakikada ulaşan bir belgesel için özel bir seans yapılacağını duyurdu.

Bu ünlü düşünür, yazar ve filozof Bernard Henri Levy’nin 92 dakikalık belgeseli ‘Peshmerga’ idi.

Ünlü Cahiers du Cinéma yazarı André Bazin’in adını taşıyan bir salonda gerçekleşecek film gösterisini izlemeye giderken biraz tedirgindim. Bazı Batılı aydınların bulunduğumuz coğrafyada yaşanan olayları yorumlarken Türkiye’yi mahkûm etme alışkanlığının Bernard Henri Levy’ye sıçramasından endişe ediyordum.

Fransız eski cumhurbaşkanlarından François Mitterand’ın militan eşi, Danielle Mitterand’ın Kürt meselesinde Türk aleyhtarı bakış açısı akla geldiğinde, ülkemizde son yaşanan olayların çarpıtılarak yorumlanması yeni bir ‘Midnight Express’ vakasına mı yol açacaktı?

‘Peşmerge’yi izledikten sonra korktuğumun başıma gelmediğini anladım. Saddam Hüseyin’in 1988 yılındaki kimyasal silahlarla saldırdığı Kürtlerin yıllardır sürdürdükleri gerilla savaşını anlatan film son derece dürüst bir çalışma idi.

Günümüzdeki Peşmergeleri anlatmaya soyunan, hiçbir abartı içermeyen belgeselde, bize karşı bir suçlama yoktu.

1948 Cezayir doğumlu, Yahudi bir ailenin oğlu olan Bernard Henri Levy, sorumluluk taşıyan bir sanatçı sıfatıyla aylarca kaldığı bu sancılı bölgenin sağlam bir fotoğrafını çekmişti. Çok yönlü bir entelektüel olan, filozof, editör, tiyatro ve roman yazarı, dramatürg, gazeteci ve sinema sanatçısı olan Levy, ‘yaşayan en büyük Fransız felsefecisi’ unvanını hak ettiğini bu belgeselle de kanıtlıyordu.

Festival Direktörü Thiery Frémaux “Buradaki ve Fransa’da yaşayan tüm Kürtleri selamlıyorum” cümlesiyle başlayan gösteride, sahneye davet edilen B. H. Levy filminin son dakikada kabul edilip, Cannes’da prömiyeri yapıldığı için festival yönetimine teşekkür etti.

Bunun Kürt savaşçılarının kahramanlıklarının tanınması anlamına da geldiğini ilave etti. Cannes’da 34 yıl evvel Altin Palmiye Ödülü’nü Costa Gavras’ın ‘Missing’ filmiyle paylaşan ‘Yol’ filminin yaratıcısı, Kürt sinemacı Yılmaz Güney’in de adını bu vesile ile andı.

Senaryosunu yazıp yönettiği ‘Peshmerga’da üç görüntü yönetmeni ile birlikte çalıştığını söyleyen B. H. Levy, bunlardan Kürt olanı, Ala Hoşyar Tayyip’i sahneye davet etti. Filmin çekimi sırasında patlayan bir bombayla sol kolunu kaybeden kameramandan sonra, aralarında generallerin de bulunduğu bazı Kürt subaylar sahneye çıktı.

 

RENKLi SAHNE EKiBi

Başta Mesud Barzani’nin yeğeni olmak üzere, Barzani ailesinden birkaç kişi, bir kadın yüzbaşı, adının Kürtlerin Ümmü Gülsüm’ü sayılan Leyla Farihi olduğunu öğrendiğimiz bir sanatçı halka takdim edildi. Salonda bulunan çok sayıda Kürt arasındaki, güzel bir kadın olan Farihi vitrini renklendiren kişiydi.

General rütbeli ve üniformalı yaşlıca bir asker Peşmergelerin direnişinden bahsetti. İzleyiciler arasında Bernard Henri Levy’nin 1993’ten beri evli olduğu güzel eşi Arielle Dombasle vardı.

Levy’nin ekibi Irak’ın güneyinden kuzeyine uzanan 1000 kilometrelik bir güzergâhı takip ederek, Peşmergelerin IŞİD’le giriştikleri savaşın görüntülerini tespit etmiş.

Yol üstü mola verdikleri köylerden insan manzaraları kaydedip bazı ilginç söyleşilere de filmde yer vermişler.

Mesud Barzani ile bir söyleşisinin yapıldığı belgesel, abartıdan uzak, dürüst bir çalışma olarak izleyicilerin takdirini topladı.

Bernard Henri Levy dört yıl önce Libya savaşı üzerine yaptığı bir belgeseli son dakikada tamamlayıp Cannes’da gösterilmesini sağlamıştı.

Levy ve Kürt Peşmergelerden oluşan ekip, Cannes’dan Paris’e geçtiler, Cumhurbaşkanı François Holland tarafından Elysee Sarayında kabul edildiler.

‘Peshmerga’ filmini izlerken, intibalarımı yazdığım not defterini kaybetme talihsizliğini yaşadım. Kürt komutanları Levy ile poz verirken, cep telefonumla fotoğraflarını çekme telaşı yaşarken, not defterimin çantamdan düştüğünün farkına varamadım.

Türk okurlar Bernard Henri Levy’yi Yeni Yüzyıl Gazetesinde yayınlanan haftalık yazılarından da tanıyor.

Yanlış hatırlamıyorsam o yazıların tercümelerini, o yıllarda Şalom yazarı olan Lizi Behmoaras yapıyordu.

Yahudilik, antisemitizm ve Siyonizm üzerine sayısız çalışması olan Levy’nin eserleri arasında, ‘Le Siecle de Sartre’ı, ‘Les Derniers Jours de Baudelaire’i ve ‘L’Esprit du Judaisme’i sayabiliriz.

Claude Lelouch’un ‘Partir Revenir’ (1985) filminde aktör olarak izlediğimiz B. H. Levy’nin yönetmenliğini yatığı filmler arasında, ‘Le Jour et La Nuit’ (1997) ile ‘Le Serment de Tobrouk’ (2008) öne çıkıyor.

 

KADIN FiLMi REFN’E UYMAMIŞ

Danimarka sinemasının yükselen değeri Nicolas Winding Refn üç kez yarıştığı Cannes’da, 2011’de ‘Sürücü/Driver’ ile En İyi Yönetmen Ödülü’nü almıştı.

Erkekler dünyasını anlatan filmleriyle tanınan 46 yaşındaki yönetmen, kariyerinde ilk kez ‘Neon Şeytan/The Neon Demon’ ile filminin odağına bir kadın yerleştiriyor.

Refn filminin basın toplantısında bu tercihini şöyle izah etti: “Güzelliğin bir kadına özel bir güç kazandırdığını gözlemledim. Güzel bir kadının değeri sürekli tırmanır, hiç düşmez. Diğer kadınların bu güzelliği kıskanmaları kendilerini bir çılgınlığa sürükleyebilir”.

Refn’in üç yıl evvel Cannes’da büyük düş kırıklığı yaşattığı ‘Sadece Tanrı Affeder/Only God Forgives’ ile başlayan düşüşünü ‘Neon Şeytan’ ile sürdürdüğünü görüyoruz.

Polisiye filmleriyle tanıdığımız Danimarkalı yönetmenin Amerika’da çektiği ve modellerin dünyasına eğildiği bu film Cannes’da merakla bekleniyordu. Film, festivalin en çok yuhalanan filmi olarak, tam bir düş kırıklığı oldu.

Kadın görüntü yönetmeni Natasha Braier’in modellerin bitmez tükenmez fotoğraf çekimlerinde kullandığı parlak renklerin cilalı görselliği izleyiciyi yoruyor.

Filmde konu yok. Sadece kitsch video estetiğinde bir görüntü dizisi var. Film, Elle Fanning için hazırlanmış iki saatli bir moda kataloğunu andırıyor.

Film, ün aramak için Los Angeles’e gelen 16 yaşındaki Jesse’in (Elle Fanning) foto modeller dünyasındaki yükselişinin öyküsünü anlatıyor. Film,  ‘İnternet’te tanıştığı bir genç ile ilk aşkını yaşayan, ünlü bir yapımcı ve fotoğrafçıyla yolu kesiştikten sonra yazgısı değişen Jessie, kurtlar sofrasındaki bu yerini koruyabilecek midir?’ sorusuna cevap arıyor. Kaldığı motelde yaşanan garip olayların ve otel müdürü Hank’in (Keanu Reeves) kendisine neden bu kadar kötü davrandığının cevabı senaryoda yok.

Refn’in de içinde bulunduğu üçlü senarist ekibin izleyiciyi meraklandıran gerilim öğelerine bir açıklama getirmek gibi bir yükümlülüğü yok anlaşılan. Seyirciye saygısı olmayan ve onu aptal yerine koyan bir filmin yarışmada işi ne?

Moda dünyasına ilk adımlarını attığı günlerde, deneyimli manken Ruby’nin (Jena Malone) himayesine giren Jesse, saflığı ve kariyerindeki tırmanışıyla kısa zamanda çok düşman edinir. Çocuksu güzelliğini çalmak için her şeyi vermeye hazır rakibeleri (Christina Hendriks, Bella Heathcote), kendisine âşık olan Ruby’nin aşkına cevap vermemesi, Jessy için sonun başlangıcı olur. Filmin kanlı finalinde kadın nefretinin korkunç boyutuna tanık oluyoruz.

Erkeklerin aksesuar gibi kullanıldığı, seks sahnelerinde sadece lezbiyen ilişkilere yer veren film, erotizmdeki iddiasıyla sınıfta kalıyor.

16. yüzyılda yaşamış, bakirelerin kanıyla banyo yapıp bu sayede genç kalacağını düşünen ünlü seri katil Elizabeth Barthory’den ilham alınarak yazıldığı söylenen senaryo, güzellik takıntısı bulunan ve bu takıntı için her şeyi yapabilecek insanların oluşturduğu bir grubun yaşantısını anlatıyor.

Farklı türlere el atan, iddialı ama iddialarının hiç birini gerçekleştiremeyen filmlerden nefret ederim. Bunlardan biri olan ‘Neon Şeytan’ uzun uzun yuhalandı, basın konferansında protestolar devam etti.

Moda dünyasını ele alırken, erotizm, gerilim, korku, vampir filmleri türleri arasında dolaşan, kafası karışık N. W. Refn’e, önceki filmlerinden beslediğim sempati, bu içi boş, kof filmle sıfırlandı. Biz kendisine ustası olduğu polisiye türüne dönüş yapmasını tavsiye ederiz.