Şimon Peres geçtiğimiz hafta, 28 Eylül günü vefat etti. Arkasından çok konuşulacak, çok etkilenilecek bir fikirler manzumesi bırakarak, sessizce, kendisine yaraşır bir asalet içinde aramızdan ayrıldı. Örnek olması, gelecek nesillere ışık saçması dileğimle.
Tarihçi yazar David Laskin anne tarafından ailesini konu aldığı ve 2013’de yayınlanan ‘The Family’ adlı kitabında, yüzlercesi Hitler – Stalin zulmünde yok olup giden Yahudi köylerini – shtetl – şöyle anlatıyor:
“Kentin bir ucundaki geniş yeşilliklerden giriş yapıp diğer ucundaki yeşilliklerde kaybolan ana cadde üzerinde şahsiyetsiz şekilde sıralanan, bazen ayakta zor duran, bazen de bakımsız bir bahçe içinde hapsolmuş izlenimi veren bir dizi ahşap bina… Şehrin merkezinde kendilerine açılmış yerde yükselen soğan kubbeli Rus Ortodoks kilisesi ya da uzun çan kulesi ile gökleri yırtan Katolik kilisesi veya bazen ikisi birden… Köyün pazar yerini belirleyen bu meydana çıkan yollarda, genellikle Yahudi olan esnafın düzensiz bir şekilde dizilmiş dükkânları… Ve Yahudilerin dua edebilecekleri, bayramlarda toplanabilecekleri sinagog: Genellikle kentin merkezinin dışında, gözden uzakta, kiliselerin göreceli ihtişamının gölgesinde, taştan, tuğladan değil, ahşaptan yapılmış, mütevazı, ancak yaşayan, canlı…”
Laskin’in anne tarafından büyükbabası, en büyük çocuğu olduğu ailesi ile birlikte işte böyle bir shtetl’da yaşıyordu. Adı Volozhin’di. Vilna ile Minsk yarı yolunda, Yahudi yaşantısının önemli bir merkeziydi.
Volozhin adına geçtiğimiz hafta içinde aramızdan ayrılan İsrail’in son kurucu babası Şimon Peres’in cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra, 2007 Temmuzu’nda, Knesset’te yaptığı teşekkür konuşmasında da rastlıyoruz.
“On beş sene evvel Volozhin yakınlarında, doğduğum köy Vishniova’a gittim. İsrail’in, bu bölgedeki unutulmuş beşiğiydi. Köy yakılmış tamamen yok edilmişti. Omuzlarında talletleri ile, daha sonra ateşe verilecek ahşap sinagogun içine hapsedilmiş son Yahudilerin cansız bedenlerinin içine atıldığı toplu mezardan kalan taşların önünde, gözlerimde yaşlar, durdum. Başlarında Rabbi Zvi Meltzer ile birlikte canlı canlı yakılmışlardı. O çocukluğuma yön veren büyükbabamdı.
Daha sonra, oradan Volozhin’e geçtim. 1804’te kurulan yeşivasında büyükbabam dönemin önemli şairlerinden Haim Nahman Bialik’le birlikte eğitim görmüştü. Dış duvarlarına kazılmış On Emrin izleri hâlâ duruyordu. Mezarlıkta kalan dağınık ve birçoğu kırılmış taşları incelerken gözüme tanıdık bir isim çarptı: Szymon Perski! İsmini almış olduğum bir aile üyesiydi.
Çocukluğumun anıları karşısında sessizce durdum. Doğduğum topraklar tamamen yok edilmişti. Doğduğum evden geriye bahçedeki kuyudan başka bir şey kalmamıştı. Uzaklardan büyükbabamın, büyükannemin ve onlarla birlikte kalan oğullarının seslerini duyar gibi oldum. Onların kulaklarına olup biteni fısıldamak geldi içimden. Yitip gidenlere karşın başarılanları… Torunlarına verilen, bu kalıntılardan Yahudi ülkesini inşa etme onurunu fısıldamak geldi içimden; ‘Bir daha asla’ sözüne sadık kaldığımı fısıldamak…”
Düşünür Anna Arendt Nasyonal Sosyalizmin dünyayı Judenfrei – Yahudi’den arınmış yapabilmek için giriştiği yolu irdelerken “ancak devlet koruması altında olmayan bir topluluk silip atılabilir” der. Dolayısı ile Yahudileri bağlı oldukları devletlerden koparmak girişilen yolda atılacak önemli bir adımdır.
Şimon Peres’in doğduğu topraklar devlet korumasından uzak kalmış, kısa aralıklarla defalarca el değiştirmiş topraklardır. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Çarlık yönetiminde pogromların uğrak yeri iken, savaş sırasında Almanların eline geçer. Almanlar uygar yaklaşımları ile bölgede yaşayan Yahudi toplumları tarafından benimsenir ancak savaşı kaybederler. Buralar bu kez Polonya’ya bağlanır, yaşayanları Polonya vatandaşı olurlar. Bu durum İkinci Dünya Savaşı’na dek sürer.
1939 Ağustos’unda imzalanan Sovyet – Alman Saldırmazlık Paktı çerçevesinde Polonya, 1 Eylül’de başlayan savaşın ilk haftalarında ikiye bölünür: Başkent Varşova’nın da bulunduğu batısı Alman idaresinde kalırken, Vishniova ile Volozhin’in de içinde bulunduğu doğusu Sovyet kontrolüne girer.
Stalin ilk iş olarak buradaki Polonya devlet kurumlarını tek tek sökmeye ve aralarında Yahudilerin de bulunduğu çalışanlarını ya Sibirya’ya sürmeye ya da ortadan kaldırmaya başlar. Kimileri ise Ruslarla işbirliği içine girer… Bolşevikleştirilen bu topraklar Litvanya Sovyetine bağlanır. Polonya devleti bu diyarlardan kazılır, vatandaşları korumasız, her tür saldırıya açık hedef olarak kalır, savaşın bu ilk aylarında…
1941 Haziranı’nda Hitler’in Stalin’le imzaladığı Saldırmazlık Paktını yırtıp atması ve üç koldan Sovyetlere saldırması ile buralara yine ateş düşer. Alman ordularının ilk girdiği topraklar, Sovyetlerin Polonya’dan aldığı bölgelerdir… Buraların yeniden el değiştirmesi ile ikinci dalga salınır korumasız Yahudi toplumu üzerine.
Birinci savaştaki Alman nezaketini hatırlayan nesiller için Nazi ordularının kontrolü ele alması Bolşeviklerin emri altında olmaktan iyidir! Bu kez Rusların oluşturdukları sistem sökülüp atılır. Bu kez, Kızıl Ordu ile Rusya’nın içlerine çekilen Sovyet sempatizanı Litvanyalılar, Polonyalılar yanında Stalin’in sistemine su taşıyanlar ayıklanmaya başlanır. Elbette Yahudiler de bu durumdan nasiplerini alırlar, hem de en acımasız şekilde…
Vishniova’da, Volozhin’de, Rakov’da, Vilna’da, Minsk’te, biraz daha uzakta, Kiev’de yaşananlar hep benzerdir. Birçok küçükleri yanında Ponar ve Babi-Yar’da toplu mezarlarda yatan yüz binlerce Yahudi korumasız kaldıkları için yitip giderler.
Şimon Peres’in de, yazar David Laskin’in de ailelerinin doğdukları topraklarda kalanları Nazi çizmeleri altında katledildiler. Kimileri işgalin hemen başında kimileri büyük ricat esnasında, geriye kimsecikler kalmamacasına.
Şimon Peres’in de, yazar David Laskin’in de şansı büyüklerinin zamanında buralardan çıkıp gitmeleri olur. Kimi yeni ufukları Amerika’da ararken kimi de Britanya manda idaresi altındaki Filistin’e gidip burada, 1917 Balfur Deklarasyonunun önerdiği ‘Yahudi Ulusal Yuvası’nın kuruluşuna katkı sağlar: Yazar David Laskin’in kuzeni Sonya – Hayim Kaganovich çifti gibi Kfar Vitkin’i kurarak veya Şimon Peres gibi her kademede görev alarak, Yahudi Devletini yavaş yavaş inşa ederler, bir rüyayı gerçeğe dönüştürürler.
Şimon Peres’in konuşmasından devamla:
“1947’de, Bağımsızlık Savaşı’nın bir yıl öncesinde Ben Gurion ve Levi Eshkol tarafından Hagana’nın genel merkezinde görevlendirildim. Tanıdığım en büyük Yahudi’ye, David Ben Gurion’a hizmet etme ayrıcalığını kazandım. Ondan büyük acılardan büyük kurtuluşların çıkabileceğini öğrendim. Hayatta yapılacak en doğru seçimin etik değerlere sahip çıkmak olduğunu, savaşta yenmekten başka seçenek olmadığını, zafer için cesur insanlara ve doğru araçlara ihtiyaç olduğunu, barış umudu ile karşılaşıldığında bunun hiçbir şekilde kaçırılmaması gerektiğini öğrendim.
Ben Gurion’un beni neden seçtiğini hiç bilemedim ancak benden neler beklediğini bildim: Cesur olmayı ve pişman olmamayı, zorluklara boyun eğmemeyi, vizyon oluşturmaktan çekinmemeyi, yarınlardan korkmamayı, kendime ve arkadaşlarıma yanlış yapmamayı.
(…) Devlet başkanı olmayı hiç düşlememiştim. Çoban olmayı ya da yıldızların şairi olmayı arzu etmiştim. Seçilmişken, itiraf etmem gerekir ki, adaleti gerçekleştirmek için içimde büyüyen gizli arzuyu ve aleni amacı inkâr edemem. Birleştiriciliği ifade etmeyi, tek olana saygı duymayı da...
Başkanın yönetici, yargıç ya da kanun koyucu olmadığını biliyorum. Ancak hayal etmeye, değerler geliştirmeye, adil bir şekilde, ihtirasla, cesaretle ve iyilikle hareket etmeye hakkı vardır. Başkanı iyi işler yapmaktan alıkoyacak hiçbir engel yoktur. Ulusuna, halkına hizmet etmekle yükümlüdür, hatta buna mecburdur. İnsan sevgisini beslemeye, uzaklarda olanlara el uzatmaya, onlara doğru bakmaya, zayıf olana yardım etmeye, kederli olanı rahatlatmaya, insanları bir araya getirmeye, eşitliği sağlamaya, farklı olanları birleştirmeye, yaratıcılığı teşvik etmeye mecburdur.
(…) Bugün burada temsil edilen neslin gelecektekilerden sorumlu olduğunu hatırlatmak Başkanın görevidir. Böylece onlar, içinden çıktıkları eşsiz mirasa sahip çıkacak ve yeni dünyaların keşfine önayak olacaklardır. Bilgelik gerilemez ve sorumluluk yaşlanmaz. Umutsuzluğun yeri yoktur. Savaşlar ideali getirmez çünkü yenenler de yenilenler de ağır bedeller öderler. Barış yaşama saygı gösteren insanlarla var olur.
10 Emrin 169 sözcüğü bugün dahi uygarlığın temelini oluşturuyor. Bunun insanlığı aydınlattığına, insanları ve ulusları yücelttiğine inanıyorum. Normların varlığının farkındayım. Başkan bunlara saygı duymalı, kanunları uygulamalı, adaleti güçlendirmeli, yürütmenin, işlerini yaparken azınlıkların haklarına riayet etmesini sağlamalı… Bir de arzulananlarla ilgilenmeli. Eksik olanla. Vizyon ile.”
Şimon Peres geçtiğimiz hafta, 28 Eylül günü vefat etti. Arkasından çok konuşulacak, çok etkilenilecek bir fikirler manzumesi bırakarak, sessizce, kendisine yaraşır bir asalet içinde aramızdan ayrıldı. Örnek olması, gelecek nesillere ışık saçması dileğimle.