Avrupa basketbolunu takip edenlerin dört gözle beklediği Euroleague sezonu hızla açıldı. ‘Hızla açıldı’ her ne kadar kulağa klişe olarak gelse de bu sezon yapılan değişikleri daha doğru şekilde ifade edemezdi herhalde. Her takımın 30 (yazıyla otuz) maç yapacağı yeni düzende artık NBA usulü (dipnot: NBA sezonunun açılmasına bir gün kaldı!) takım başına haftada iki maç bile düşebilecek.
Yeni Euroleague sezonunda yapılan düzenlemeler takımları daha geniş rotasyonlarla oynamaya, sezon içinde daha çok iniş çıkış yaşamaya, sakatlık riskinin artmasına yol açacakken bir yandan da yerel liglere de daha ‘stratejik’ yaklaşmalarına sebep olacak. Bunun yanında takım yöneticilerinin ve teknik ekiplerin işlerini zorlaştıracak olsa da bir Euroleague sever olarak bize kendi içinde daha lig olgusunu yaşatan bir tutarlılık sunacağı için mutluyum. Eski sistemde, özellikle başa oynayan takımların “Biz kendimizi sıkmadan da öbür tura çıkarız zaten” düşüncesiyle ilk tur maçlarının (haklı olarak da olsa) tadını kaçırmasını engellemesi de cabası.
Euroleague’de Türkiye’yi bu sene dört takım, Darüşşafaka Doğuş, Anadolu Efes, Galatasaray Odeabank ve geçen senenin finalisti Fenerbahçe temsil ediyor. David Blatt’ın önderliğinde sezon öncesi maçları kasıp kavuran Darüşşafaka Doğuş’un - her ne kadar Euroleague’e sarsıntılı başlasa da - ne yapacağı merak edilirken, geçen sene çaylak tecrübesini atlatan ve bu sene için bütçesini yükselten Galatasaray Odeabank lige talihsiz bir başlangıç yapmasına rağmen özellikle içerde ateşli taraftarıyla rakipleri kök söktüreceğe benziyor. Anadolu Efes ise geçen sene yaşadığı kadro kimyası sorununu tam olarak giderememiş gözükse de geçen seneki kadrosuna göre daha komple bir takım görüntüsünde. Geçen senenin finalisti Fenerbahçe ise kadrosunu korumayı başardı ve bu sene oynanacak dörtlü finale adını yazdırma hedefiyle yola çıktı. İlk iki maçını da bir sayıyla kazandı ve sezon başında takım tam olarak oturmamış olsa da tecrübesiyle ve kazanma alışkanlığıyla idare etmeyi başardı.
Bu da beni asıl mevzu bahsimize getiriyor. Cuma gecesi Fenerbahçe’nin Barcelona deplasmanında kazandığı maçta (öğrenci işi) sahaya uzak da olsa canlı kanlı bulunma şansım oldu. Ancak maç ve atmosferden önce salonun konumundan bahsetmem gerekiyor. Toplu taşımayla çok rahat ulaşabilen Palau Blaugrana, hem turistik hem de sportif açıdan çok stratejik bir nokta olan Camp Nou’nun hemen yanına kurulmuş. Böylece Barcelona sadece bir futbol kulübü değil, bir spor kulübüdür mesajı verilmek istenmiş. Bunun yanında hem maçın öncesinde, hem sırasında hem de sonrasında hentboldan tutun, futsala kadar bütün müsabakaların tarih ve bilet fiyatlarının da tepedeki büyük scoreboard’dan sürekli olarak yansıtılıyor olması aynı zihniyetin bir ürünü.
Uzun süredir canlı olarak bir Euroleague maçı izlememiş olmanın verdiği heyecanla beraber, salonun ekranda hissedilenden çok daha küçük olduğunu fark etmemle şaşırdım. Daha önce Palau Blaugrana’da birçok maç izlemiş olan arkadaşım, beni görünce neden öyle bir hissiyata kapıldığımı maç başlayınca anlayacağımı söyledi.
Gerçekten de hava atışından itibaren, yukarıda kendi ‘locası’ bulunan ateşli taraftar grubunun önderliğinde taraftarlar hem rakip hem de hakem üzerinde sürekli olarak bir baskı oluşturdu. Bilinçli bir basketbol kitlesi olduğu her düdükte nasıl tepki verdiklerinden anlaşılan tribünler, takımlarına ciddi bir itici güç sağladı.
Bu itici güç etkisini son çeyrekte gösterdi. İlk üç çeyrekte özellikle Bobby Dixon’ın dış şutlarıyla skor üreten Fenerbahçe, takımca çok da iyi bir performans göstermemesi ve Rice’ın da dışardan çok verimli oynamasına rağmen kontrollü bir şekilde maçı önde götürüyordu. Ancak maçın bitmesine beş dakika kala, tam Fenerbahçe maçı kopardı koparacak derken Barcelona, Palau Blaugrana’daki atmosferi arkasına alıp momentumu ele geçirdi. Son saniyelere bir sayı önde giren Fenerbahçe, maçın yıldızlarından Rice’ı son hücumda çok iyi savunup, rakibin faul yapmasına engelleyecek bir pas trafiğiyle maçı bitirerek bu zor deplasmandan galibiyeti çıkarmış oldu.
O son saniyelerde ben mi ne yaptım derseniz? Tabii ki dayanamayıp yerimden zıpladım sevinçten ve arkadaşımın koluna düştüm. Kendime gelip koltuğuma oturduğumda birkaç ‘kötü bakış’ yesem de kimse ağzını açıp laf etmedi. Aynı şekilde maç sonrası tribünlerde olduğu gibi sahanın içinde de dostane görüntüler vardı, Barcelona’nın ateşli taraftar grubu kendi takımını alkışlarken, misafir tribünündekiler de Fenerbahçe’yi alkışladı.
Sonuç olarak Palau Blaugrana hem atmosferiyle hem de sunduğu maçla, orada bulunan herkese çok keyifli bir gece yaşattı. Umuyorum ki tüm hızıyla başlayan ‘yeni’ Euroleague’de bize bunun gibi onlarca maç daha yaşatacak.