“Okuduğunuz en ‘tuhaf’ ekonomi içerikli kitap” olarak tanımlıyor Aslı kendi kitabını. Oysa teoriler yerine yaşamla ilgili, tüketici davranışlarını yani bizi bize anlatan üstelik bunu mizahi bir dille yapan bu kitabın vakti gelmiş de geçmişti bile. Hayattaki rantçılığımızı, faydacılığımızı açık açık yüzümüze vurmuş; kuyrukta öne geçerek 10 dakika kazanmamızı da, kaldırımın üstüne park etmemizi de, umursamadan vergi kaçırmamızı da, taksilerin kısa yola müşteri kabul etmemesini de, kocaman taçlı bekarlık partilerini de, baby shower’ları da. “Hep bana, hep bana!” diyoruz. Oysa en azından kendimize karşı biraz dürüst olmamızın vakti gelmedi mi? Bloomberg HT’nin sevilen yüzü Aslı Şafak ile hem yeni kitabını, hem de Türkiye’nin ekonomisini ve Trump sonrası beklentileri konuştuk
Kitap yazma hikâyeni paylaşır mısın? Bir gün esrarengiz bir mesaj aldın ve...
Bu konu aslında yıllardır aklımda olan bir şeydi ama bunu kitaba dönüştürmeyi hiç düşünmemiştim. Bir novella fikrim vardı. Bir destek yatırım için finansal okuryazarlıkla ilgili ‘Sayının Namusu’nu yazmaya başlayınca niye bizim rantçı, avantacı hallerimizi yazmayayım dedim. Ama kendi kendine disipline olamayan biri olduğumdan ve bir talep de gelmediği için orada kaldı. Sonra bir gün Büyükada Yayıncılık’tan Viktor Penso ve İshak Cemal bana ulaştılar. “Kitap projen var mı?” diye sordular. Ben de bunu, hayat tarafından verilmiş bir işaret, bir hediye olarak kabul ettim ve ilk kitap çıktı işte. Mizahi dille ekonomi temelli ama aslında çifte standartlarımızı ve faydacılıklarımızı anlatan bir kitap yazmak istemiştim, oldu.
Üç kitaplık bir seri olacak değil mi?
“Tadı damağımızda kaldı devamı gelsin,” denince, şekilcilik üzerine ikincisini yazmaya karar verdim. İnsanları arabalarına, evlerine, kılık kıyafetlerine göre değerlendirmek dünyanın her yerinde var. Bu da bir rant. Koluna taktığın pahalı saatin bir rantı var senin hayatına kattığı. Marka bir çantanın faydacılığına yardım eden bir tarafı da oluyor. Gerçekten ihtiyacımız olmayan şeyleri ihtiyacımızmış gibi lanse eden neo- liberal bir düzende yaşıyoruz. Neye ihtiyacımız olduğunu başkaları ya da sistem belirliyor. Biz de sanki onlar ihtiyacımızmış gibi ve yoksa ölürmüşüz gibi davranarak yaşıyoruz. Üçüncü kitapta ise yardım konusunu ele alacağım. Yardım yaparken eskiden bilinmezdi, sadece o insanın gerçekten ihtiyacı var diye yapılırdı. Artık gösteriş halinde bu yardımlar, sosyal medyanın her yerinde. Bir fakire sadaka vermekten tutun da sosyal sorumluluk projelerine kadar. Şirketler mesela 25 milyonu o yardıma verirken 55 milyonu onun reklamına harcıyor.
YARDIM MI, REKLAM MI?
İyiliklerin daha görünür olduğu doğru. Peki iyilik iyiliği çağırsın, yardım yardımı çoğaltsın, örnek gösterilsin gibi bir düşünce olabilir mi arkasında?
Tabi bu önemli. Sevmediğim bir kelime ‘farkındalık yaratmak’. Sivil toplum kuruluşları (STK) ile ilgili araştırmalarda, reklamı yapılan kampanyaların daha çok para topladığı ortaya çıkmış. Bu iyi bir yol. Fakat mesela kız çocuklarını okutacaksak sadece o yardımı yapmak üzerine odaklanıyoruz. Ama o yardımın neye yaradığı, ilerde o çocuğa nasıl katkı sunacağı, o çocuk hayata atılırken nerelerde olması gerektiği konusunda bir fikir takibi yok. O yardım yapılıyor, çocuk okuyor ve o çocuk öyle bırakılıyor. Ben de çocukların okutulması için yardımda bulunuyorum diyelim. Benim için herhangi bir çocuktansa ekonomi ya da iletişim okuyan, gazetecilik, televizyonculuk yapacak ya da bankacı olmaya odaklamış bir çocuğu okutmayı tercih ederim. Çünkü okulu bitirdikten sonra ona mentorluk konusunda, iş bulma konusunda daha çok yardımcı olabilirim. Böyle olması gerektiğini düşünüyorum. Bir hayat yolu gibi, birlikte gidilecek bir yol gibi algılanmalı.
Büyük şirketler bu tür yardım kampanyalarına destek veriyor ancak kendi sicillerinin ne kadar temiz olduğu kafamı kurcalıyor. Mesela üretiminde çocukları kullanıyordur, iyi çalışma koşulları sağlamıyordur ya da çevreyi kirletiyordur. Ama bu reklamlarla desteklenmiş yardım kampanyalarında kendi imajını yardımsever olarak cilalıyor ve farkındalık adı altında marka değerini yükseltiyor ve arka tarafta neler olduğunu gizlemiş oluyor...
Şirketlerde bu ikiyüzlülük çok fazla ve dünyanın her yerinde var, kurumsallık adı altında. Kurumsallıktan ne anladığın çok önemli. Kurumsal şirkete girdiğimde her ayın 1’inde benim maaşımı yatıracak, sigortamı ödeyecek, tazminatımı verecek... Bunu mu anlamam gerekiyor yoksa ortaya koyduğu ürün, müşteri ilişkileri ve bunu dünyanın her yerinde aynı etik kurallar çerçevesinde yapmasını mı? Oysa çoğu gittiği ülkede kendi çıkarlarına göre kurallarını değiştiriyor ve bu o ülkelerin hassas noktaları ile ilgili değil. Mesela Almanya’daki fabrikasında çalışan işçisine ayda 1500 dolar verirken, Çin’de günde 1-2 dolara çalıştırıyor. Dünyanın cirosunu yapıyor, kârlılığı acayip, yıllardır var. Şimdi bu şirket kurumsal mı? Bana göre değil. İtibar yönetimi dediğimiz şey bugün ne yazık ki bunlarla ölçülüyor. Oysa itibar yönetimi aslında içerde kendi elemanlarına nasıl davrandığınla alakalı. Bizde de çok yapılıyor, 4 ortalama ile mezun masterlı, doktoralı acayip parlak çocukları alıyorlar, üç gün sonra ota çeviriyorlar. Performans kriteri ya da kârlılık peşinde, yıl sonunu getiren robotlara dönüyor. En yakın arkadaşına çelme takabiliyor, onun arkasından iş çevirebiliyor, kendi payını arttırabilmek için her türlü yola başvurabiliyor. Bu tür yaratıklara dönüşüyorlar ama kurumsallar değil mi? Ve itibar değerleri çok yüksek.
GELECEĞİN TÜRKİYE’Sİ
Hadi biraz Türkiye’yi konuşalım. Ekonomik açıdan Türkiye’nin önümüzdeki beş senesini nasıl öngörüyorsun?
Yeni normalimiz artık öngöremeyeceğimiz bir dünya düzeni. Üç gün sonrayı bile öngöremiyoruz. En basit soru, yılsonunda dolar ne olur, altın ne olur, borsa ne olur? Bunun cevabını gerçekten bilen kişi yok. En uzmanı dahi anca tahminde bulunabiliyor, öngörmek çok zor. Bütün dünya böyleyken Türkiye için de aynı öngörülemezlik söz konusu tabi. Fakat Türkiye’nin bir sorunu daha var, sistemsizlik. Üniversitede Türkiye ekonomisi dersi veriyorum. Bütün bir Cumhuriyet tarihinin ve öncesinde Osmanlı’nın sorunu bu; sistem yok. Hiç bir zaman 30 yıl sonraki hedefler düşünülerek adım atılamıyor. Ya da bir siyasi olgu sürdürülebilirliği olmadan devam ediyor. Böyle olduğu için de gelen gideninkini hep bozmuş. En istikrarlısı 5-6 yıl sürmüş. O da Cumhuriyetin ilk yıllarında 1923-1929 arası belki. Büyük Buhran ile beraber o da kalmamış. Sonrasında 2. Dünya Savaşı; ABD bir tarafta Sovyetler öbür tarafta derken Türkiye ABD yanında oyunu kullanmış ve Amerika’nın verdiği hibelerle o yolda ilerlemiş. Ama fikir özgürlüğü, basın özgürlüğü, insan hakları diye gelen pek çok iktidar ki bunda Demokrat Parti başta bu savlarla gelmişti, bunların hiç biri gerçekleşememiş. Sonra bu savlar ‘ekonomik bağımsızlık olmadan düşünce özgürlüğü olmaz’a dönüşmüş. O ekonomik bağımsızlık da olamamış. Böyle böyle, deneye yanıla, yalpalaya yalpalaya bugüne kadar gelinmiş. Bugün de aynı sorun var. Sistem yok, 25 yıl sonrasını öngörebilen bir düzen yok. Birileri çıkıp acı reçete içirerek 30 yıl sonra bunu hedefliyoruz diyerek gerçekçi bir şekilde ortaya çıkamıyor. Çünkü oy kaybetme korkusu bütün iktidarların sorunu oldu ve ülke bu noktaya geldi.
S&P, Türkiye’nin görünümü negatiften durağana çekti. Sebebi nedir?
Bunu biz de bilemiyoruz. Her ne kadar siyasi olmadıklarını iddia etseler de kredi derecelendirme kuruluşlarının siyasi yaklaşımları var. Mesela S&P, Rusya Ukrayna’yı işgal ettiği ilk gün, Ukrayna’nın kredi notunu düşürdü. Ya bir dur kardeşim bu nedir? Okulda yakın arkadaşına kötü davranan biriyle senin de küsmen gibi bu. Ne kadar etik? Aynı şekilde Türkiye’nin notunu 15 Temmuz sonrası hemen düşüren S&P. Ne oldu? Üç gün önce hani benim bütçe resitinim şahaneydi? Hani bankalarım harikaydı? Hani sermaye yeterlilik rasyolarım tavandı? Ne oldu da benim kredi notumu düşürdün? O gün neye göre düşürdüyse, bugün de yükseltmesi ondan. Kazanın öldüğüne inanmayıp doğurduğuna inanarak bir yere varamayız.
Yabancı yatırımcı için ne kadar önemli negatiften durağana çekilmesi?
Son 8-10 yıla baktığımızda, yabancı yatırımcı için bu önemli olsa da ülkedeki hukuk sistemi, istediği zaman girip çıkabilmesi, kurumlar vergisinin oranı, borsada bir gecede kapatılan tahtalar da önemli. Yatırımcı istikrarı, kendi güvenliğini sağlayabileceğini görmek istiyor. Yatırım ikliminin iyileştirilmesi, vergilerin düşüklüğü ve sürdürülebilir olması, yani istikrar önemli. Mesela, on yıl evvel sevdiğin bir restoranın hâlâ aynı yerde duruyor olması çok önemlidir bir ülke için. Biz bunu hep es geçiyoruz. Londra’ya gittiğimde biliyorum ki sevdiğim restoran hâlâ orada. Bu o kadar büyük bir konfor ki bir ülkede gezebilmek, yaşayabilmek, yatırım yapabilmek için. Ama Türkiye’de altı ay evvel gittiğim restoranı bulamıyorum. Bu aslında günlük hayatın ekonomisi gibi görünüyor ama yatırımcıyı da etkileyen bir zincirleme reaksiyonu var.
TRUMP SONRASI
İstiklal Caddesinde kapanan dükkanları aklıma getirdin. Peki bir öngörülemezlik sorusu daha. Amerikan seçimleri tamamlandı. Trump sonrası ne olacak?
Hiç bir şey bilmiyorum ki. Kim biliyor ona da şüpheliyim. Trump söylediklerini yapar mı, bence yapamaz. Ama diğer taraftan bu adamın beynini anlamak gerekiyor. Trump bir iş adamı, ticari zekası var. İşe para-karlılık gözüyle bakıyor. Yani bu adamın beyninin içinde bir T çizgisi var, Burada aktifler burada pasifler, burada kâr burada zarar duruyor. Dolayısıyla onunla masaya oturduğunda, bu adamdan bir şey vererek bir şey almak gerekiyor. Verilen şeyin de bu adamın kafasındaki T cetvelinin içinde bir yerinin olması gerekiyor. Böyle bakıldığı zaman Trump ile anlaşılabilirmiş gibi gözüküyor. Hillary kadar, Obama kadar karmaşık bir yapısı yok. Trump’ı sevdiğim için değil, onu politically incorrect buluyorum. Ama sevmek de gerekmiyor zaten. Bozulur mu, başka bir şeye dönüşür mü ona bakmak gerekiyor. Dönüşmezse, bu haliyle idare edilebilen bir adam olabilir.
Gazetecilikle ilgili bir anını bizimle paylaşmanı istiyorum. Biliyorum ki çok zor yollardan geçerek bu işte piştin ve sahada bu mesleği öğrendin...
Benim anılarım genelde Bosna Hersek savaşı, Güneydoğu’daki terör, 1999 depremindeki enkazdan ölü çıkarmak, Adapazarı, Gölcük’te bir arabanın içinde yattığım haftalarla ilgili ya da Uğur Mumcu, Turgut Özal, Eşref Bitlis’in ölümü ile ilgili. Bu meslek hayatı başka yerden anlamanızı sağlıyor. Böyle bir gazeteci olduğum için, hayat beni buralara ittiği için de çok şanslıyım. Eşref Bitlis’in ölümünü anlatayım. Bir gün, henüz TRT’de yeniyim. Polis telsizlerini dinliyoruz, bir şey oluyor mu diye. O zaman cep telefonları yok. Birden “Yeni Mahalle’ye uçak düştü” diye bir anons. Haber müdürü olay yerine beni yolladı. Öğlen vakti herkes yemekte, yoksa hayatta benim gibi çömezi yollamazlardı. Koşarak gittik, her taraf kar, benim de siyah mus çorap var ayağımda, bir de topuklu bot. Dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’i gördüm. Etrafını saran bir gazeteci ordusu var. Hemen mikrofonu kaptım, kameramanla birlikte yara yara ilerledim. Bu arada karlar eridiği için ayakkabım bir su birikintisinin içine girmiş, ayaklarım üşüyor. Güreş açıklamayı yapıp gitti. Gazeteci kalabalığı açılmaya başlayınca etrafa şöyle bir baktım ki uçağımsı bir şeyin parçaları etrafa yayılmış, her yerde kollar bacaklar, her yer kan. Yıl 1993, o zamanlar olay etrafını çevirmeyi bilemediğimiz yıllar, şu an ne kadar biliyoruz o da ayrı bir muamma. Bir an kendime döndüm. Ayağım su birikintisinin içinde ve çorabımın etrafı et ve beyin parçalarıyla dolu, yapışmışlar çorabıma. Öylece kalakaldım. Bu benim ilk travmalarımdan biridir. O an aslında bir şey fark ediyor insan. Varsın ve yoksun. Var olmak ne kadar değerliyse, aslında yok olmak da o kadar değerli. Nasıl öldüğün de çok önemliymiş onu fark ediyorsun. Ben babamı bütün olarak gördüm ve morgda babamı öpebildim. Babanın ölüsünü öpmek çok değerliymiş onu fark ediyorsun. Bunlar önemli, insana ait şeyler. Hayat şu mekanda Instagram’a şu yiyecek fotoğrafını koymaktan ibaret değil. Hayat böyle bir şey işte.