Adolf’tan Führer’e

Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Almanya’nın çaresiz yenilgisinin baş nedeni ‘Bolşevizm ile Uluslararası Yahudilik’ olarak lanse edilir… Savaşın getirdiği ağır koşullar altında ezilen, ulusal onuru ayaklar altına düşmüş Alman halkı kendisine sunulan bu öneriyi, belki daha cazibiyle ya da daha tehlikesizi ile karşılaşmadığı için, satın alır.

Marsel RUSSO Perspektif
23 Kasım 2016 Çarşamba

 

Hitler’in, Almanya’nın içine düştüğü talihsizlere sebep olarak Judeo – Bolşevizm’i gösterirken büyük çaba sarf etmesine gerek yoktu. İçinden geçilen dönem böylesi fikirlerin destek görmesi için son derece verimli bir ortam sunmaktaydı.

 Sorunlarla boğuştukları zamanlarda toplumların ‘kurtarıcılara’ ihtiyacı var mıdır?  Ya da içlerinde barındırdıkları dinamikler midir problemlerin aşılmasında yeterli olan? Bireysel girişimler geniş halk kitlelerini fırtınalı ortamlardan çekip alabilir mi?  Sosyal ve siyasi sistemler çözümsüzlüklerin alt edilmesinde daha sağlıklı sonuçlara ulaşılmasını sağlamaz mı? Yapısal güç mü, lider mi, toplumun beklentilerini daha etkin bir şekilde karşılar? Liderin önereceği yöntemler, çözümler böylesi sıkıntılı dönemlerde sosyal mutabakatın önünü tıkamaz mı?

Ortak düşman yaratılması, toplumsal beklentilerde derin fay kırıklarının oluşturulması, problemin büyüklüğünün abartılması ve bireyin, bunun azameti önünde kendisini çaresiz hissettirilmesi, başarısızlığın topluma yabancılaştırılan unsurlara yüklenmesi, dış etkenlere ciro edilmesi esas itibarı ile totaliter yönetime kayan yapılarda görünen ortak özelliklerdir.

Bu anlamda, Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Almanya’nın çaresiz yenilgisinin baş nedeni ‘Bolşevizm ile Uluslararası Yahudilik’ olarak lanse edilir… Savaşın getirdiği ağır koşullar altında ezilen, ulusal onuru ayaklar altına düşmüş Alman halkı kendisine sunulan bu öneriyi, belki daha cazibiyle ya da daha tehlikesizi ile karşılaşmadığı için, satın alır. Hitler’in, Almanya’nın içine düştüğü talihsizlere sebep olarak Judeo – Bolşevizm’i gösterirken büyük çaba sarf etmesine gerek yoktu. İçinden geçilen dönem böylesi fikirlerin destek görmesi için son derece verimli bir ortam sunmaktaydı.

Tarihçi Prof. Christopher Browning şöyle anlatır:

Almanya’nın başına gelen tüm talihsizlikler Yahudilere bağlanır: Savaş sonrası tazminatlar, yağmacı Yahudi finansçılar, ulusal aşağılanma… Genel kanı, Yahudilerin savaşta cepheyi ilk terk edenler olduğu yönündeydi. Onlar ‘esas’ Almanlar gibi savaşmamışlardı. Ondan öte, bir Yahudi icadı olarak liberalizm, aydınlanma, kanun önünde eşit haklara sahip olma, Sovyetler ve Bolşeviklerle geliştirilen işbirliği toplumu dinamitlemiş, daha radikal önlemler alınması konusunda uzlaşıyı getirmiş, antisemitizmin sosyal destek görmesinin önünü açmıştı. Dolayısı ile Hitler’in 1922 itibarı ile üzerine basa basa ifade etmeye başladığı görüşler toplumun genel ruh haline uygundu.” 

Hitler’in katkısı, ne söylediğinden ziyade nasıl söylediği ile ilgiliydi. Geliştirdiği söylem etrafında kendisine yol açacak bir kalabalığın oluşmasına zemin hazırlayacaktı. Kendini ifade etmekten aciz, içinde artan bir basınç biriktiren bu kalabalık Hitler’e benzeyenlerden oluşuyordu: Kenara itilmiş, önemsizleştirilmiş bir topluluktu bu. Bu kalabalığı harekete geçirecek olan ise, onun isteklerini iyi analiz eden, dertlerine çare bulabileceğini inandıkları bir lider olacaktı.

En başından beri Hitler, demokratik yapıya, halkın kendini yönetmesine karşı olmuştu. Kurtuluş için demokrasi gibi zaafları bol bir sistem yerine, Almanya’da düzeni sağlayacak, birliği yeniden oluşturacak bir lidere gereksinim vardı. Lider, führer, merkezi yönetim anlayışı içinde, ırk temellerine dayanacak, gerçek Almanlardan oluşan, sınıfsız bir toplum yapısı oluşturacaktı. Böylece tek ırk ulusu yaratılacak ve bunun bekası için savaşılacaktı.

Yeni Almanya çağrısı

İleride, Hitler gençliğine katılacak Bavyeralı genç Emil Klein, yeni Almanya’yı kurmak için yapılan çağrının peşinden koşanlardandı: “Bu parti sınıfsal farklılıkları ortadan kaldırmayı amaçlıyordu. O ana dek geçerli sistemde ‘emekçi sınıf şurada duracak, burjuvaların yeri burası, orta sınıf ise orada kalacak’ gibi bir durum vardı. Bunlar ulusu parçalamak için uydurulan fikirlerdi. Benim hoşuma giden, peşinden koşmamı sağlayan ise ‘ulusun birleşmesi’ fikriydi. Beni ve benim gibi gençleri kendine bağlayan buydu.”  Buna bağlı olarak da, uluslararası ilişkileri olmakla suçlanan Yahudilerin toplumdan dışlanmaları gerekiyordu. Onların hem Bolşeviklerle hem de New York’taki Wall Street ile oldukça içli dışlı bağlantıları vardı.

Münih’in karanlık birahanelerinde Hitler’in ilk konuşmalarını dinleyen Emil Klein gibi gençlerin etkilenmemeleri mümkün değildi. Her konuşması ayrı bir seyahat gibiydi. Önce ülkenin içinde bulunduğu korkunç sorunlar anlatılır, bunun üzerinde mutabakat sağlanırdı. Böylece dinleyenler sorunun mağdurları olarak öne çıkar ancak asla nedeni olarak gösterilmezlerdi. Çözüm ise sınıfsız, gerçek bir Almanya’nın kuvvetli bir lider etrafında kenetlenmesi olarak sunulurdu. Lider, Alman halkının içinden çıkacak ve ulusal bir devrime giden yolda milleti, bir amaç etrafında toplayacaktı. Ekonomik yıkım içinde savrulan gençler için bundan daha ikna edici mesaj olamazdı.

Emil Klein’dan devamla: “Öyle bir karizması vardı ki söylediklerine inanmamak, ondan etkilenmemek olası değildi. Samimiydi. Savaşın son gününe dek destekçi bulması belki de bundan dolayıydı. Bugün dahi, söylediklerine inandığını, önerdiklerini gerçekleştirebileceğine inandığını düşünüyorum. İnsanlar da ona inanmışlardı. Konuşmaları ikna ediciydi ve o günlerde bu diğerlerinde olmayan bir özellikti…

Bu anlamda kendisine liderlik yolunu açan başka bir özelliği de söylediklerinden son derece emin olmasıydı. Değerlendirmelerinde kesinlikle şüpheye yer yoktu. Hiçbir zaman değişik seçenekler arasında kararsız değildi. Kendi fikirleri vardı ve bunlar tartışmaya açık değillerdi. Dolayısı ile başkalarının görüşüne önem vermek, dinlemek gibi bir tasası hiç olmamıştı. Monologlarda çok kuvvetli ve ikna edici olmasının nedeni buydu hiç şüphesiz.

Her şey siyah veya beyazdı Hitler için. Hiç gri tonu yoktu. Hayatı hep “ya – ya da” dengesi içinde değerlendiriyordu. “Ya düşman kazanacak ya da her şey yerle bir olacaktı…” Burada düşman dediği Judeo-Bolşevikler’di. Söylediklerine karşı çıkanları eleştirirken, siyasetten hiç anlamadıklarını haykırıyor, gerçekleri görmediklerinden dem vuruyordu: Yahudiler ve Bolşevikler her köşe başını tutmuş, kendinden olmayanları devşirmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Onun amacı Alman ırkını bu tehlikeden korumaktı, bu çaresizlikten kurtarmaktı…

Hitler hakkında ilk yazıları kaleme alan Alman – Amerikalı gazeteci yazar Konrad Heiden konuşmaları hakkında şöyle der:

Kesif bir kötümserlikle başlar, gitgide açılır ve yükselen tempoya ulaşır… Sonu ise tam bir coşkudur, muzaffer bir haykırıştır. Bu rasyonel olmaktan uzak, farkında olmadan insanın bilinçaltına işleyen bir sondur.” O ana dek sessizliğe mahkûm edilmiş yığınların duygularını dillendiren, onları sürüleştirme potansiyeline sahip bir coşkudur, Hitler’in vardığı nokta.  

Hitler’in önerdiği kurtuluş

Hitler’in önerdiği kurtuluşu daha sonra Nasyonal Sosyalist partinin fikirsel temelini oluşturacak noktalarda bulmak olasıdır: 1919 Paris barış görüşmeleri çerçevesinde imza altına alınmış ve Almanya ile Avusturya’yı bağlayan Versailles ve St. Germain anlaşmalarının askıya alınması; Yahudilerin Alman vatandaşlığından çıkarılmaları; Almanya’ya daha fazla yabancı kabul edilmemesi; gerçek Alman kanı taşıyanlara vatandaş belgesi verilmesi; kazancın halk arasında bölüştürülmesi; büyük mağazalara karşın küçüklerin desteklenmesi gibi siyasi, sosyal, ekonomik içerikli 25 madde söz konusudur. Ancak ortaya konanlar son derece muğlak ve destekten yoksun maddelerdir. Popülist yaklaşımın gereğidir bu belki de!

Ulaşılacak Aryan karakterli III. Reich’tır. Birincisi Kutsal Roma Germen İmparatorluğunun parçalanması ile kurulmuştur. İkincisi, Bismarck tarafından, 1871’de Prusya Kralı I. Wilhelm’in Paris’te taçlandırılması gibi onurlu bir süreç sonunda kurulmuş ancak 1918’deki utanç dolu yenilgiyle son bulmuştur. Üçüncüsü ise, küllerinden doğacaktır, Alman ulusunu, Aryan ırkını hak ettiği yere taşıyacak ve bin yıl yaşayacaktır.  Bunun nasıl olacağı ise sorulmaya değmeyen bir detaydır. Alman halkına bir kurtarıcı gelecektir. Hitler henüz Nasyonal Sosyalizmin bu emekleme dönmelerinde kendisini kurtarıcı olarak görmemektedir, söylediği basitçe, Almanya’nın bir kurtarıcıya gereksinimi olduğudur.

Kahramanlık ile karizma iç içe geçmiş olgulardır. Almanya’nın Versailles batağına çekilmesinden sonra ulusal bir kahramana ihtiyacı olduğu dillendirilmeye başlanmıştı. Böyle bir algı geliştirilmesinin ardında Alman sosyal hayatına etkileri olmuş bazı düşünürler vardır. Arthur Schopenhauer hükümetlerden çok kişilerin iktidarından söz eder. Friederich Nietzsche ise kahramana tanrılaştırırcasına önem verir… Bu anlamda Napolyon’da asil idealin tecellisini görür.

Birinci büyük savaş öncesi dönemde, İmparator II. Wilhelm’in yarattığı sanayileşmiş, burjuvazinin insafına terk edilmiş devlet yapısına karşı gelişen fikir akımları, sınıf sömürüsünden sıyrılmış, saf kimliğine bürünmüş Alman toplumuna, o ana dek tanınmayan, sosyal hayata hiçbir katkısı bulunmayan, belki senelerce ülke hapishanelerinde çürümüş birinin yeniden hayat vereceğini öngörür, naif bir şekilde…

Hitler bu fikirlerden etkilenmiştir. Gelecek kişi tüm ülkeyi etkileyecek, ona şekil verecektir. Benito Mussolini İtalya’da bunu başarmıştır; ‘Roma Yürüyüşü’ ile düzene, savaş sonrasında İtalya’ya yaşatılan ‘mağduriyet yüklü zafere’ tepkiyi ortaya koymuştur… O da Hitler gibi savaşta yaralanmış ve sonrasında kurtuluşu milliyetçi siyasette bulmuştur. Faşist Parti ile sosyalistlerin ve komünistlerin etkisini kırmış böylece ‘kahraman liderin’ neler başarabileceğini göstermiştir. Hitler artık kendisini Mussolini’nin Alman versiyonu olarak görmeye başlamıştır.

Alıntılar: 

“Hitler’s Charisma – Leading Millions into the Abyss” Laurance Rees