Filmin ilk 50 dakikasında biri Fransız, diğeri Alman iki askerin eşcinsel hikâyesini izleyeceğinden emin olan seyirci, müthiş bir sürprizin ortaya çıkmasıyla şaşkına dönüyor.
Eşcinsel bir yönetmenin, eşcinsel bir ilişkiyi akla getiren konulu, eşcinsel bir tiyatro yazarından uyarladığı ‘Frantz’ın ilk yarısında, izleyici kendini bazı beklentilerin içinde buluyor. Filmin ilk 50 dakikasında biri Fransız, diğeri Alman iki askerin eşcinsel hikâyesini izleyeceğinden emin olan seyirci, müthiş bir sürprizin ortaya çıkmasıyla şaşkına dönüyor. François Ozon’un takipçilerinin ilklere tanık oldukları bu drama, 1. Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan acıları anlatıyor. Milliyetçi mesajlar da veren film, etkileyici savaş aleyhtarı tutumuyla öne çıkıyor. Ozon’un ustası olduğu melodram türüne dönüş yaptığı filmde, oyuncu seçimindeki tercihi ile övgüyü hak ediyor.
FRANTZ
Yön: François Ozon
Sen: Philippe Rombi
Gör: Pascal Marti
Oyn: Paula Beer – Pierre Niney – Ernst Stötzner – Marie Gruber – Crielle Clair – Johan Von Bülow – Anton von Luche
François Ozon’un son Venedik Film Festivali’nde yarışan filmi ‘Frantz’ izleyicisini ters köşeye yatıran bir film.
I. Dünya Savaşı ve II.Dünya Savaşı arasında geçen zamanda Paris’in tanınmış eşcinsel kişiliklerinden biri olan Maurice Rostand’ın tiyatro oyunundan alınan filmi, eşcinselliğini sergilemekten çekinmeyen bir yönetmen olan François Ozon sinemaya uyarlayınca, konu da ilk yarısıyla eşcinsel bir ilişkiyi akla getirince, izleyici kendini bazı beklentilerin içinde buluyor.
I.Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, 1919’un ilkbaharında kartpostallardan fırlamış gibi görünen küçük bir Alman kasabasında geçen konusuyla film bir mezarlıkta başlıyor.
Anna, savaşta ölen nişanlısı Frantz’ın mezarına her gün giderek onun yasını tutmaktadır. Bir gün adının Adrien olduğunu öğrendiği gizemli bir Fransız gencin de çiçeklerle Frantz’ın mezarını ziyaret ettiğini görür.
Savaşta kaybettiği nişanlısının ailesiyle birlikte yaşayan ve Frantz’ın yasını tutan Anna ile tanışan Adrien, uzun zamandır tek başına taşımak zorunda kaldığı büyük sırrını açıklamak için buraya gelmiştir.
Filmin ilk 50 dakikasıyla, bir Fransız genciyle bir Alman’ın eşcinsel ilişkisinin öyküsünü izleyeceğinden emin olan seyirci, Adrien’in ziyaretinin sebebi belli olunca, tahmin ettiğinin çok dışında bir konuyla karşı karşıya olduğunu görür.
Bu sürpriz gelişme, Ozon filmlerinden alışık olduğumuz gibi, beklenmedik şekillerde gelişerek, bambaşka bir kulvara sapıp izleyicisini sürprizden sürprize sürüklüyor.
“Cyrano de Benjerac” yazarı, şair ve tiyatro oyuncusu Edmond Rostand’ın oğlu olan Maurice Rostand’un 1925 tarihli tiyatro oyunu ‘Öldürdüğüm Adam/L’Homme Que J’ai Tue’ sinemaya iki kez uyarlandı. İlkini Alman asıllı Amerikalı yönetmen Ernst Lubritsch, 1932 de ‘Broken Lullaby’ adıyla beyaz perdeye uyarladı.
Fransız sinemasının en yetenekli yönetmenlerinden biri olan François Ozon (50) Lubitsch’ten 84 yıl sonra Rostand’ın oyununu, Philippe Piazzo’nun işbirliğiyle ‘Frantz’ başlığıyla sinemaya tekrar aktardı.
Daha önce hiç savaş veya çatışma sahnesi, siyah – beyaz ya da Almanca film çekmemiş olan François Ozon takipçileri için ‘Frantz’ ilklere tanık olacakları bir film.
Biri Almanya’da, diğeri Paris’te 2 ayrı konu
Fransa’dan Frantz’ın mezarını ziyaret etmek için gelen Adrien ve onun yakın arkadaşlığını öğrenen Anna, onunla ortak duygular paylaştığını fark eder. İki yaralı insan birbirinin acısını paylaşarak hafifletirken, Frantz’a dair bilinmeyen sırlar da gün yüzüne çıkacaktır.
François Ozon, kariyerinin ilk uzun metrajlı filmi ‘Sitcom’dan başlayarak, ‘Kızgın Taşlara Düşen Su Damlaları’ (2000) ‘Veda Vakti’ (2005) ve ‘Yeni Kız Arkadaşım’ (2010) gibi kariyerinin kilometre taşı yapıtlarında, eşcinsellik etrafında dönen konularıyla ilgi çekti.
Frantz’ın, kasabanın saygınlığını kazanmış doktor babasının, çocukluğundan beri birlikte büyüdüğü nişanlısının varlığını bilmediği Adrien’in sürpriz ziyareti, izleyicilerin aklına Frantz’un çok sevdiği Paris ziyaretlerinde yaşadığı eşcinsel bir ilişkiyi getiriyor.
Jean-Luc Lagarce’ın tiyatro oyunundan alınan, Xavier Dolan’ın bu yıl Cannes’da Büyük Ödül kazanan ‘Alt tarafı Dünyanın Sonu/Juste Le Fin Du Monde’u, ‘Frantz’ ile konusu itibariyle akrabalıklar taşıyan bir film.
Her iki filmin kahramanı da içlerini kemiren bir sırrı açıklamak, yüzleşmek üzere sürpriz birer ziyaret yapıyorlar. Her ikisi de, içlerini sızlatan bir sırrı açıklamada zorluk yaşıyorlar.
Fransa’da tanıdığı Frantz ile yaşadıklarını anlatmak için gelen Adrien’in kasabada yaşadıkları ve gördükleri, Anna ve ailesinin ona karşı gösterdiği ilgi kararını gözden geçirmesine neden olacaktır.
İki yaralı insan, birbirlerinin acısını paylaşarak hafifletirken, Frantz’a dair bilinmeyen sırlar da gün yüzüne çıkacaktır. Aile, bir anda çıkıp gelen, Frantz’e tanıdığını söyleyen gizemli bir yabancıya kucak açar.
Ancak hiçbir şey görüldüğü gibi değildir. Film geriye dönüşlerle, iki düşman askerinin nerede tanıştıklarını ve savaşın karmaşası içinde birlikte yaşadıklarını anlatır, yeni sürprizlerle baş başa bırakır.
Beyaz yalanlar üzerine
‘Frantz’ ahlak sahibi bir insanında hayatının bir döneminde yalan söyleyebileceğini sergilerken, bu davranışın aklanabileceğini de gösteriyor.
Filmin her iki kahramanı da, savaşta yaşanan korkunç bir olayın ardından yalan söylemek durumunda kalıyor.
‘Beyaz yalan’ sınıfına giren ve kimsenin itiraz edemeyeceği bu aldatmalar, muhatabını bir yalan dünyaya sürüklemesine rağmen, mutlu olmasını sağladığı için kabul görüyor.
Yetim Anna’nın yaşamını evlerinde sürdürdüğü Frantz’ın anne-babasına söylediği beyaz yalan, acılı çiftin hayatını değiştirir. Biricik evlatlarını kaybetmenin ardından hayata olan bağları gevşeyen iki insan, Anna’nın yalanı sonrası istikbale umutla bakmaya başlar.
Anna’nın Adrien’den gelen Fransızca mektuba yeni bir versiyon uygulayarak Almanca okuduğu sekans, filmin en duygu yüklü sahnelerinden biri.
I.Dünya Savaşı arasında Avrupa, milliyetçilik başlığı altında şovenist, ürkütücü ve karanlık bir dönem yaşadı. Yabancı düşmanlığının tırmandığı bu yıllarda, savaşın korkunçluğunu ve anlamsızlığını ve sıradan faşizmi sergilemek amacıyla, Fransız Maurice Rostand’dan sonra Alman yazar Erich Maria Remargue 1929’da ‘Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ romanını yazdı.
Fransız sinemasında farklı karmaşık cinsellik sancılarını özgün bir biçimde işlemesi ile, oyuncularından hep iyi verim almasını bilmesiyle ünlenen François Ozon, incelikli ve dengeli bir sinema diliyle, son dönemdeki en başarılı ve etkileyici filmine imzasını atmış.
Ozon bu kırılgan, duyarlı, zarif ve hüzün yüklü romantik dram filmiyle, izleyicisinin yüreğine hitap etmeyi iyi becerdiğini kanıtlıyor.
Türler arasında dolaşmayı seven, yeteneği ve yaratıcılığı ile her daim farklı olmayı başarabilen Ozon, bu filmle olgunluk döneminin zirvesinde olduğunu gösteriyor.
I.Dünya Savaşı sonrasına kusursuz bakışı ile, barışa dair etkili mesajı ile, ‘Frantz’ günümüzde de geçerliliğini koruyan temaların hakkını veriyor.
Oğullarını savaşa yollayan babalardan biri olan Dr. Hans karakteri kişiliğinde, film anti-militarist duruşunu sergiliyor.
Hüzün ve kederin Anna’nın suratına maske gibi yapıştığı bir atmosferde, film aşk, merhamet gibi temaları duygu yüklü bir tonla işliyor.
Filmde, Alman kasabasında savaşta yakınlarını kaybeden bir gurubun Fransız düşmanlığından beslenen Alman milliyetçiliğini öne çıkaran birkaç sahne var.
Paris’teki bir lokantaya birkaç Fransız askerin gelmesi üzerine, yaşlı bir insanın söylemeye başladığı La Marseillaise’e herkesin katılmasını gösteren coşku dolu sekansta Fransız milliyetçiliğini işaret ediyor. Bu sonuncusu ‘Frantz’ın en başarılı sekanslarından biri.
Film savaş aleyhtarlığı konusunda da ilginç şeyler söylüyor. Savaşın arkasında bıraktığı felaketler, yakınlarını kaybedenlerin yaşadığı travma, oğullarının, sevgililerinin ölümlerinin ardından geride kalanların oluşan boşluk ile baş edememeleri, yalnızlığın getirdiği tahribatın intiharlara yol açması etkileyici bir şekilde işleniyor.
François Ozon’un ustası olduğu melodram türüne dönüş yaptığı ‘Frantz’ da oyuncu seçimindeki tercihi ile de puan topluyor.
21 yaşındaki, Berlin doğumlu Alman aktris Paula Beer, Fransızca bilmenin de, avantajını kullanarak, bu iki lisanlı filmde, kariyerinde bir sıçrama yapıyor.
Hayattaki tek varlığı savaşta kaybettikten sonra yaşadığı travmayı, nişanlısının bir arkadaşının çıkıp gelmesiyle atlatmaya çalışan Anna rolündeki ölçülü oyunu ile Paula Beer, bu yıl Venedik Film Festival’inde En İyi Genç Oyuncu’ya verilen Marcello Mastroianni Ödülü’nün sahibi oldu.
Üst üste çekilen iki Yves St. Laurent filminin ilkinde, Jill Lespert’in yönetiminde, efsanevi moda devini canlandıran Pierre Niney, taşıdığı sırrın yükünden kurtulmak için Almanya’ya giden, kırılgan, gizemli Adrien karakterinin hakkını veren başarılı bir kompozisyon çiziyor.
27 yaşındaki aktör, aynı zamanda Comedie Française’de tiyatro oyunculuğu kariyerini sürdürüyor.
İçerdiği sürprizi açıklamadan, okuyucunun seyir zevkini bozmadan, ‘Frantz’ın konusunu anlatırken filmin sadece ilk 50 dakikasını anlattım. Lubitsch’in 84 yıl önceki klasiğini izleyenler, tahmin ediyorum ki ‘Frantz’dan aynı keyfi alamadılar.