Onlar sadece masum erkek çocuklardı. Yaşları on sekizin altındaydı. Ama anlatacağım bu özel olayda, yükümlülük sahibi olduklarını gösteriyorlardı. Koşullar, onların olgun kişiler olmalarını sağlamıştı. Kamplara gönderildiklerinde bazen çalışma kamplarına gönderdikleri gibi, bazen de yaşları henüz on sekiz olmadığından gaz odalarına da yollanabiliyorlardı. Şimdi anlatacağımız olaydaki erkek çocuklar da, aynı acı kaderi paylaşıyor, ölüme yollanıyorlardı.
O günler Yamim Noraim günleriydi ve ne acıdır ki, Yahudiler kara mizah gibi, bu kutsal günlerde bayram etmek yerine, acımasızca katlediliyorlardı.
1944 yılının sonbaharında, Macar Yahudileri kitleler halinde trenlere istif ediliyor ve Auschwitz’e gönderiliyordu. Fırınlar tam kapasite ile çalışıyor, mahkûmlar kaçınılmaz kaderlerinin ağına takılıp, bacalardan duman olarak çıkıyor, gökyüzüne karışıyorlardı. Kamptaki her şey gerçek üstüydü. Etrafta kesif bir duman vardı. Gökyüzünden yerlere küller yağıyordu. Kalın bir sis ile göz gözü görmüyordu. Dikenli tellerin ardındaki çıplak ve çamurlu manzara ortama eşlik ediyordu. Etrafta dolaşan, evlerinden yurtlarından kopartılmış, iskelet görünümlü mahkûmlar dekorun tamamlayıcı parçaları gibiydiler. Her şey son derece hızlı bir biçimde akıyordu. Adamakıllı doldurulan hayvan katarları, hızla Auschwitz’e geliyor, mahkûmlar saman balyaları gibi aşağı fırlatılıyor, merhametsizce, kadın, erkek, çocuk, anne ve evlat, kardeş mevhumu olmadan, seçilerek birbirlerinden kopartılıyor ve iki ayrı gruba dâhil ediliyorlardı. Yaşam için ayrılanlar, onları insan yapan giysilerinden ve kişisel eşyalarından ayrıştırılıyor, buz gibi suların aktığı duşlarda yıkanmaya zorlanıyor ve ardından, bitlenmemeleri için saçları dazlak olana kadar tıraş ediliyordu.
Diğer tarafa ayrılmış olanlar ise kendilerini gerçek bir cehennemin içinde hissediyorlardı. Onlar artık ölüm yolculuğuna çıkmaya hazırlanan, çıplak, umarsız mumyalara benziyorlardı. Değil kutsal bayram gününü hatırlamak, kendi isimlerini bile anımsamaktan acizdiler.
50 genç kamplarda Nazilere meydan okudu
Ama onların arasında o gün 50 genç ve dindar delikanlı da vardı. Gaz odalarına girmek üzere aralarında duruyorlardı. Çırılçıplak bir vaziyette gaz odasına sokuluyorlardı. Sözde duşa gireceklerdi. Naziler oluşabilecek kargaşayı önlemek için mahkûmlara duş alacaklarını söylerlerdi. Böylece itiş kakış olmadan, herkesi rahatça öldürürlerdi. Nedir ki bu 50 dindar delikanlı, bu odanın anlamını biliyorlardı. Nasıl olduysa bunu önceden duymuşlardı. Duvarlardaki deliklerden su fışkırmayacaktı. Onları öldürecek olan zehirli gaz içeriye sızacaktı. Yüksek ruhlu çocuklar, bu gerçeği biliyorlardı. Onlar, burada cesaret sergileyip, farklı bir şeyler yapacaklardı. Nazilere meydan okuyacaklardı. Duş odasındaki kargaşa içinde, bu çocuklardan birisi ileriye atıldı ve bağırdı:
“Kardeşlerim, bu gün Simha Tora bayramı. Bu gün Yahudilerin yeniden doğuşu, Tora’nın yeniden okunmaya başlayacağı gün kutlanır. Simha Tora günü, Tora’nın bütün bir yıl okunup bitirilmesinin ardından, yeniden, en baştan okunmaya başlandığı gündür. Bizler de bu kısacık hayatımızda, Tora’nın şerefine dua etmeli, danslarla Tora’mızı kutsamalıyız. Şu anda bunu yapabilmek için son şansımızı kullanacağız. Gelin ölmeden önce son defa Simha Tora günümüzü kutlayalım” dedi ve sözlerine devam etti: “Şu anda kutlamalarımız için gereken Sefer Tora’larımız yok, ama biz onların yerine Tanrı’nın kendisi ile dans edelim. Eminim ki Tanrı şu anda zaten aramızda. Bizim ruhlarımız ona ulaşmadan, o bize ulaşmıştır”.
Çocuk durduğu anda gaz odasında bir kakafoni başladı. Çığlıklar, feryat figanlar, ağlamalar, dualar her tarafı sardı. Sesler duvarlarda yankılanıyor, çatı kirişlerini titretiyordu. Ama 50 dindar delikanlının sesleri hepsini bastırıyordu. Çocukların yerleri döven ayaklarının çıkardığı sesler ve güzel sesleriyle söyledikleri şarkılar her taraftan duyuluyordu. Sesleri gökleri yırtıyor, cennete yükseliyordu.
“Aşreynu ma tov helkeynu, u’ma naim goraleynu, u ma yafa yeruşateynu… Ne kadar şanslıyız ve talihimiz ne kadar üstün ve mirasımız ne kadar güzel…”
Dışarıda duran çatık kaşlı Nazi subayı, “Neden hâlâ gaz verilmiyor?” diye sordu. Diğer subay inanamayarak, “İçeriden şarkı ve dans sesleri geliyor. Bunlar çıldırdılar galiba?” dedi. Birincisi, “Git bak bakalım gazın verilmesi neden gecikmiş? Sonra da kumandana haber ver” dedi.
Kampın kumandanı gaz odasının önüne geldiği zaman, içerideki acayip cümbüşün ne anlama geldiğini sordu. Giderek büyüyen bir öfkeyle, daha önce Yahudiler içeride ölürlerken, yüzlerce kez onları nasıl zevkle izlediğini hatırladı. Bazıları yavaşça ağlar, bazıları dua ederlerdi. O da bunları keyifle izlerdi. Ama bu… bu danslar ve şarkılar… Kesinlikle kabul edilemezdi. Hızla kapıyı açtı ve oğlanlardan birini dışarıya çekti.
“Sen” diye bağırdı, “Söyle bana, nasıl dans edip şarkı söyleyebilirsin?” Oğlan ona bakarak alayla, “Nazi hayvanlarının yaşadığı bu dünyayı terk etmeyi kutluyoruz. Üstelik bizler, sizlerin alçakça katlettiği tüm sevdiklerimizle yeniden buluşma umutlarımızı da kutluyoruz” dedi. Kumandan oğlanın bu aşağılayıcı konuşmaları karşısında kudurdu. Yalakacılık… Korku… Son çırpınışlar… Kendilerini ona sevdirmeye veya acındırmaya çalışmak… Hepsine alışıktı ama bu kabul edilemezdi. Küstahlığa ise asla af yoktu! Karşısında pervasızca dans etmeye ve şarkı söylemeye başlayan oğlana haykırdı, “Ben sana gösteririm! Sen gaz odasının son durak olduğunu sanıyorsun ama seni farklı şeyler bekliyor. Gaz odası senin için kolay ve acısız bir ölüm olur. Sizi bekleyenlerden haberin yok senin! Sizi düşünemeyeceğiniz işkencelerle öldüreceğim. Sonunda geberene kadar, etlerinizi dilim dilim doğrayacağım!” dedi. Kumandan nöbetçilere, oğlanları gaz odasından dışarı çıkarmalarını emretti. Onların hepsini bir barakanın içine hapsettirdi. Ertesi gün işkence seansları başlayacaktı.
Ama ertesi sabah planları alt üst oldu. Çok yüksek rütbeli bir Nazi subayı Auschwitz’e geldi. Çalışma kamplarındaki ağır çalışma şartlarına uygun fiziksel güce sahip, genç erkek mahkûmlara ihtiyacı olduğunu söylüyordu. İnsanlık dışı, zor koşullarda çalışmaya dayanabilecek 150 genç erkek mahkûm seçecekti. Bu konuşma tam da dün hapsedilen 50 dindar gencin barakasının önünde gerçekleşiyordu. Bütün gece aç susuz hapsedilen gençler hala enerjik ve kuvvetli görünüyorlardı. Konuk Nazi subayı sevinçle gülümsedi.
“Bu gençler tam istediğim nitelikte mahkûm tipleri” dedi.
Auschwitz kampının komutanı, rütbece kendinden daha yüksek olan konuk subaya işkence planlarından söz etmeye cesaret edemedi. Sessizce başını eğerek onların barakadan dışarı çıkmalarına izin verdi. Ayrıca yüz kişi daha seçildi. 50 dindar genç ve 100 genç mahkûm daha Auschwitz’den çıkartılarak daha emniyetli olan çalışma bölgesine nakledildiler. Olaya şahit olanlar, çocukların kampı şarkı söyleyerek terk ettiklerini anlatırlar. Auschwitz’den kurtulup hayatta kalanların daha sonra anlattıklarına göre bu gençler savaşı ölmeden atlatmışlardır.
Not: Bu hikâye; Yitta Halberstein ve Judith Leventhal tarafından 2008 yılında yayınlanan “İman ve Tanrı Sevgisiyle: Holokost’un Küçük Mucizeleri” adlı kitabından alınmıştır.