1979 yılında Auschwitz Nazi Kampı taşıdığı özel mimari değerden değil, yaşattığı acıların unutturulmaması adına UNESCO Dünya Kültür Varlığı Mirası Listesine girmişti. Bu seçimle birlikte oldukça tartışılan yeni bir kavram da mimarlık algısına girmiş oldu. Acı, Utanç ve Savaş Anıtlarının temsili, korunması ve toplumsal belleğe katkılarının gerçekliği.
‘Soykırım mirası’, ‘Zulmün mirası’, ‘Utanç mirası’ gibi adlar alan bu yapı ve ya da yapıtlar, taşıdıkları anlamlarla anılsa da, bunun yanı sıra ‘Olumsuz Miras’ kavramını toplumlara anlatmakla yükümlü olsalar da, acaba oldukları gibi mi korunmaları gerektiği tartışma konusudur. Amaç, geçmişin unutturulmaması, gelecek nesillere aktarılması ve bir daha yaşanmaması olgusudur.
Bu kavram dünya mimarlık kulvarında sıkça tartışılıp toplumsal hafızaya nasıl etki etmesi gerektiği gibi, nasıl sunulması gereğini de amaçlar. ICOMOS (Uluslararası Anıtlar ve Siteler Konseyi) 2014 yılı Anıtlar ve Siteler Günü teması için 1.Dünya Savaşı’nın 100. yılı sebebiyle o yılı ‘Anma Yapıları Mirası’ olarak değerlendirilmesini gerekli gördü.
Ülkemiz ve özellikle birçok ülke bugün savaşın, kıyımın ve terörün nefesini ensesinde hissederek yaşıyor. Geçmişte yaşanan acıların ölümlerin ve katliamların tekrarlanmamasını umut ederek yaşadığımız günümüz, ne yazık yaşananlarla yarışır halde. Toplumsal hafıza ne yazık hepsini sünger gibi emerken adeta boş ve anlamsız bir bellek ile yarının distopyasını inşa eder halde bir toplumsal travmaya tanıklık ediyoruz.
Bombardımanlarla yerle bir olan nice ülkelerde, hatta ülkemizin birçok bölgesinde savaşın salt insanları değil tarihin belleğini de yok ettiğini görüyoruz. Binlerce yıllık tarihi kentler ve bölgelerin enkaz edilerek kalıntılarının oluşturduğu ‘Utanç Mirasları’na dönüştüğünü ibretle seyrediyoruz, (Suriye’de Palmira Antik Kenti, Diyarbakır’da Sur İlçesi gibi). Üstelik bunları sadece şiddetin yok edici gücüyle tahrip edip tarihe gömmeleri, şiddetin savaşın bile etik koşullarında kalmayıp toplumsal kültürel mirasını yok etme duygusuyla yapıldığını bilmek daha da tedirgin edici bir travma.
Duyulan bu büyük üzüntü; acı çeken, yaşamını yitiren parçalanan aileler ve insanlar için olduğu gibi, yok edilen köyler, şehirler hatta binlerce yıllık arkeolojik alanlar için de duyulmakta. Amaç hafızayı yok etmek, geçmişin izleriyle bağlarını kopartmak ve toplulukları yeni ve şiddet ile kabul ettirdikleri bir dünya düzenine uydurmak. İşte çağımızın gerçek distopyası da bu. Bu hafıza kaybıyla geliştirilmeyi amaçlanan yeni toplum düzenidir.
Adorno’ya “Auschwitz’ den sonra şiir yazmak barbarlıktır” dedirten Nazi Kampından, Hiroşima Barış Anıtına, Berlin Utanç Duvarına kadar birçok yapıt, nefret edici unsurları barındırması yönünden yapıtların ‘Kültürel Miras’ değeri kazanma süreçleri bu bağlamda günümüzde yeniden irdeleniyor.
Batıda yıllarca Utanç Duvarı (Schandmauer) olarak da anılan ve Batı Berlin’i abluka altına alan bu betondan sınır, ailelerin parçalanmasına, binlerce ölüme, özgürlüğün pranga altında tutulmasına sebep olmuş yıllara ait bir travmadır. Duvar, 9 Kasım 1989’da Doğu Almanya’nın isteyen vatandaşlarının Batı’ya gidebileceğini açıklamasının ardından tüm tesisleriyle birlikte yıkıldı. Bu yıkım bir dünya görüşünün de yıkımıydı.
Oysa bu yapıtların (tümünün veya nitelik olarak bir kısmının) yerlerinde korunarak bir tarihsel sürecin yaşanmışlığının kanıtı olmasının sağlanması, yanı sıra yeniden işlevlendirilmesi nasıl veya ne şekilde anma mekanlarına dönüştürülmesi tartışılmalıdır.
Günümüzde sorgulanan bu kavram aslında toplumsal belleğin korunup gelecek nesillere aktarılabilecek birer genetik kotlamanın sınır taşlarıdır.
Gerçeklik ve yokluğun iç içe geçtiği Auschwitz – Birkenau Anma Müzesi işte bu amaç ile yapılan bir dönüşüm mekanıdır.
Bu mekân günümüzden soykırımın en yoğun günlerine yapılan bir zaman yolculuğunun sınır kapısıdır.
O yolculuğa çıkar ve geri dönersiniz, ardından “Çalışmak Özgür Kılar” söylemi kapısının altından geçer, kapıyı geçmişe kaparsınız. Yaşadığınız duygular turistik bir Krakow yolculuğunun gelip geçici hatıraları değil, yüz binlerin kulaklarınızda kalan yakarışlarıdır. “Bir Daha Asla” derken, hiç birimiz yanımıza bir anı diye, ne bir anahtarlık, ne bir şemsiye, ne de bir kalem alırken bir ‘Selfie’ bile edinmeyi çok görürüz. Buna ne layık olmak, ne de yaşanan binlerce trajedinin tanıklığına somut bir adım olmak isteriz.
Sadece bir daha yaşanmaması için varlığımızı ortaya koyacak gücü içimizde saklayıp zaman yolculuğundan günümüze geri döneriz. Döneriz; dönerken de bu ziyaretin altında yatan motivasyonu ve bu eylemin etiğini düşünürüz. Bu sorgulama bize gelecek nesillere bırakacağımız evrensel bir genetik koddur.
Burada hassas bir ayrımın olgusundan özellikle söz etmek gerekir. Günümüzde bu olgunun en çok eğilim gösterdiği alan ‘Karanlık Miras’tır (Dark Heritage).* Bu noktada karanlık mirasa konu olan olayların gerçekten yaşandığı ‘Miras Değeri’ yüklenen alanlar ile, bunlarla ilişkilendirilen ‘Miraslaştırılan’ alanlar arasında ayrım yapmak gerekir.
Her ne kadar günümüzde bu iki olgu arasında ayrım yapmak zor olsa da, ilki insanlık var olduğundan beri ruhani, duygusal ve kutsal olanla bağ kurarak varlığını sürdüren bir konu alanı, diğeri ise Postmodernizm’in yarattığı ve ona ‘Kültürel Miraslaştırılma’ kavramı yüklenen bir başka alan.
Ölüm, ölme ve öldürülme biçimlerine, çekilen acılara, bunların etkileşim biçimlerine ve acılarına tanıklığın amacı; öze yolculuk ile kimlik arayışı, bilgi arayışı, kalıcılığın sağlanması ve eğitim temel amaçtır. Hac veya kutsal yolculuk, sosyal sorumluluk, geleneklerin ve kültürün devamı toplumsal belleğin yeniden oluşturulmasını da beraberinde getirir. Ayrıca bunun diri tutulması gibi, farklı dürtülere dayanan motivasyonu sağlamayı amaçlamaktadır.
Günümüzde bir zamanlar tabu olarak nitelendirilen ölüm ve yok ediş üzerinden ‘Anıtlaştırma ve Kültürel Miraslaştırma’, deneyimi canlı kılarken toplumsal bir psikanaliz sürecinde insanlığa yol göstermeye devam edecektir.
* Konu kapsamında yapılan kullanılan açıklamalar; Doç. Dr. Zeynep Günay'ın (İstanbul Teknik Üniversitesi) 'Miraslaştırarak Anma ve Karartarak Pazarlama Üzerine / Commemoriating Through Heritageisation and Marketing Through Darkening' çalışmalarından ve Mimar.İst'in 2016 yılı 56. sayısında yayınlanan 'Tedirgin Edici Miras' dosyasından yararlanarak derlenmiştir. Makale içinde kullanılan açıklamaların Sn. Zeynep Günay’ın izni olmaksızın kullanılmasından dolayı özür dilerim.
Rubi ASA