Kırık bir aşk öyküsü

Henüz 29 yaşındayken yaptığı ‘Whiplash’ten üç yıl sonra, Damien Chazelle ‘Âşıklar Şehri’ ile müzik üzerine film yapma geleneğini sürdürüyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
18 Ocak 2017 Çarşamba

Bu ‘kendini iyi hisset’ moral takviyeli film, iyimser atmosferiyle bizleri özlemi duyulan eski güzel günlere götürürken, Hollywood müzikallerinin altın çağını da akla getiriyor. LA güzellemesi hüviyetiyle, görkemli yapım tasarımıyla, kalp kırıklıkları üzerine hüzünlü ve duygusal atmosferiyle, romantizmi ve yaratıcılığıyla izlenmeyi hak eden filmde Emma Stone mükemmel bir performans gösteriyor. Chazelle, bu bol danslı ve müzikli filmiyle, adını sinemanın istikbal vaat eden genç dâhileri arasına yazdırıyor. Film, Altın Küre yarışında aday olduğu yedi dalın tümünde ödül alma başarısını gösterdi.

 

Henüz 29 yaşındayken yaptığı ikinci uzun metrajlı filmi ‘Whiplash’ten üç yıl sonra, Damien Chazelle ‘Âşıklar Şehri/ La La Land’ ile müzik üzerine film yapma geleneğini sürdürüyor.

Tutkulu, ihtiraslı genç bir bateristin müzik eğitmeniyle çatışmasına odaklanan bu üç Oscar’lı filmden sonra, Chazelle bizleri caz müziğine gönül vermiş yetenekli bir piyanistin nostaljik esintili yolculuğuna götürüyor.

Los Angeles şehrini filmin kahramanları arasına katan ‘Âşıklar Şehri’, dev bir viyadük üzerinde yaşanan trafik sıkışıklığında, arabadan inen gençlerin şarkılı dans gösterisiyle açılıyor.

Toplu halde şarkı söyleyip, görkemli bir koreografi eşliğinde dans eden gençler, bizleri Hollywood müzikallerinin altın çağına götürüyor.

Göz kamaştırıcı görselliğiyle izleyicisine kaliteli bir filmi müjdeleyen bu kalabalık ve oldukça uzun tutulmuş, yaratıcı ve zengin müzikal sekans, bizleri avucunun içine alıyor.

Prömiyerini Venedik’te yapan,7 dalda Altın Küre kazanan, muhtemelen Oscar yarışında da başı çekecek olan ‘Âşıklar Şehri’, eski müzikal klasikleri özleyenlere ve melomanlara ilaç gibi gelecek.

Bu ‘kendini iyi hisset’ moral takviyeli film, iyimser atmosferiyle bizleri özlemi uyulan eski güzel günlere götürürken, Hollywood müzikallerinin altın çağına da saygı duruşunda bulunuyor.

Fred Astaire- Ginger Rogers ikilisine, efsanevi ‘Singin in the Rain’e ve Gene Kelly’ye film selam yolluyor.

Jacques Démy’nin unutulmaz başyapıtı, Michel Legrand’ın müziklerini bestelediği ‘Cherbourg Şemsiyeleri’nde (1964) olduğu gibi ‘Âşıklar Şehri’nde de müzik ve danslar birden başlıyor.

Filmin piyanist kahramanına iş veren orkestra şefi rolünde izlediğimiz, yedi Grammy ödüllü şarkı ve söz yazarı John Legend’in, Justin Hurwitz imzalı müzik partisyonuna katkısı büyük. Nitekim filmin müziği Altın Küre kazandı.

LA güzellemesi hüviyetiyle, görkemli yapım tasarımı ile kalp kırıklıkları üzerine hüzünlü ve duygusal atmosferi ile ‘Âşıklar Şehri’ romantizmi ve yaratıcılığı ile ilgiyi hak eden bir film.

NOSTALJİK BİR ‘KENDİNİ İYİ HİSSET’FİLMİ

Bir film stüdyosunun cafe’sinde garsonluk yapan, oyunculuk düşleri kuran taşralı Mia (Emma Stone) ile boğaz tokluğuna piyanistlik yapan, kendi caz kulübünü kurmayı hayal eden Sebastian’ın (Ryan Gosling) yolu, açılış sahnesindeki trafik sıkışıklığında kesişiyor.

Öykü, kıştan sonbahara, oradan tekrar kışa dönerken, ikili bir kulüpte, ardından bir havuz başı partisinde karşılaşır ve birbirine âşık olur.

İdeallerine ulaşma çabasında birbirlerine destek olan genç âşıkların yolu, bir ara hayatın önlerine çıkardığı engellere takılıp, ayrılır.

Filmin sürpriz finalinde, amaçlarına ulaşan ikilinin ‘yarı mutlu son’una tanık oluruz.

Büyük hayallere sahip, umut vaat eden bir aktris ile caz müziğine eski önemini kazandırmak için kendi caz kulübünü açmaya azmetmiş bir piyanistin öyküsü, şu mesajı vermeye çalışıyor: “Hayallerinizin peşinden koşmaktan vazgeçmeyin, onları ısrarla kovalayınız”.

Gerçek bir sinema aşığı olan Damien Chazelle, filminde Ava Gardner posteri, ‘The Killers’ filminin afişi ile ‘Asi Gençlik’ten alınan bir sekans ile klasiklere selam yolluyor. ‘Asi Gençlik/Rebel Without A Cause’da (1955) James Dean- Natalie Wood ikilisinin LA’in ünlü ‘Rasathane’sindeki sekansın filmdeki benzeri akla Nicolas Ray ustayı getiriyor.

Oyuncu kadrosuna gelince, Damien Chazelle senaryosundaki yan karakterlere yüklenmeden, öyküsünü iki baş kahramanının (ve özellikle LA’in) üzerinden anlatmayı tercih etmiş. ‘La La Land’ En İyi Film, Yönetmen, Senaryo dâhil, aday olduğu yedi Altın Küre Ödülü’nün tümünü kazandı.

“HAYALLERİNİZİ ISRARLA KOVALAYINIZ”

Emma Stone- Ryan Gosling, düşlerinin peşinden gitmekte kararlı, hayallerini gerçekleştirmeye azmetmiş iki gencin kırılganlığını, duygusallığını, romantizmini perdeye yansıtmada çok başarılı.

Alejandro Innaritu’nun dört Oscar’lı ‘Birdman’indeki performansı ile En İyi Yardımcı Aktris dalında bu ödüle aday gösterilmiş Emma Stone, iyi oyunculuğunu sergilerken, usta dansçılığı ve güzel sesiyle de övgüyü hak ediyor.

Onun gölgesinde kalmamaya çalışan Ryan Gosling, dans sahnelerinde başarılı performansıyla rolünün hakkını verip, partneri gibi Altın Küre Ödülü’nü kazanıyor.

Damien Chazelle, ‘Whiplash’te En İyi Yardımcı Aktör Oscar’ını kazandırdığı fetiş oyuncusu J.K.Simmons’a senaryosunda kıyak yaparak, bu filmde de kısa bir rol yazmış. Tecrübeli aktör, senaryodaki tek kötü adam olarak, Sebastian’ın boğaz tokluğuna çalıştığı restoranda, verdiği ‘playlist’in dışına tahammül göstermeyen, katı kalpli patronu canlandırıyor.

1985 Rhode Island doğumlu senaryo yazarı- yönetmen Damien Chazelle, bol danslı, müzikli, izleyicisine iyimserlik aşılayan bu üçüncü uzun metrajlı filmiyle, sinemanın istikbal vaat eden genç dâhileri arasına ismini yazdırıyor.

 

VAN SANT’IN FİYASKO FİLMİ

Cannes Film Festivali’nde ‘Fil/Elephant’ (2003) ile Altın Palmiye kazanıp En İyi Yönetmen seçilen Gus Van Sant, iki yıl önce aynı yerde ‘Sonsuzluk Ormanı/The Sea of Trees’ ile katıldığı yarışmada nal toplamıştı.

Amerikan Bağımsız Sinemasının prestijli isminin, konusu insanların intihar etmeye geldiği Japonya’daki ‘İntihar Ormanı’nda geçen bu filmi, belki de parlak kariyerinin en zayıf halkalarından biri.

Fuji Dağı eteklerindeki Aokigahara Ormanındaki yolculuklarında, buranın hayatını sonlandırmak için eşsiz bir yer olduğuna kanaat getiren, birbirlerine yabancı iki adamın karşılaşmaları, yazgılarının değişmesinin başlangıcı olur. İntihara meyilli Amerikalı ve Japon iki erkek, hayatta kalmanın özünü kavradıkları, hayata bir kez daha bağlandıkları özel bir yolculuğa çıkar.

Geriye dönüşlerle anlatılan filmde, güzel eşi Joan’ın (Naomi Watts) ölümünden sonra intihar etmeye karar vermiş Arthur (Matthew Mc Conanghey), uyku haplarını yutmaya başladığında, uzaklarda kendinden geçmiş yaralı bir adam görür. Onuru için intiharı seçmiş Japon Takumi (Ken Watanabe) Arthur’un müdahalesiyle hayata döner. Geri dönüşlerle, kötü bir evliliği olan Amerikalının, beyin tümöründen ölen eşine kötü davrandığını, onu anlamaya çalışmadığı için intiharı seçtiğini öğreniriz.

Ancak yardımına gittiği Takumi, kendisini farklı hesaplaşmaların içine çeker. Bu oldukça kasvetli, karanlık, iyi tasarlanmamış, iyi yönetilmemiş film, Van Sant’ın imzasını attığı en vasat iş olmuş.

Kocasıyla sürekli kavga ettiği için teselliyi alkolde bulan Joan ile hayatı bir başarısızlıklar manzumesi olan Arthur’un mutsuz hayatını, Van Sant senaryosunda klişe yöntemlerle anlatıyor.

Batı ve Japon kültürlerinin çelişkisi bölümleri bu klişelere dâhil.

Minimal diyaloglar eşliğinde anlatılan, Amerikalı intihar meyillisi iş adamının, hayata dair soruların cevabını bulduğu bölüm de inandırıcı olmaktan uzak. Hayat, ölüm, evlilik, kişisel ilişkiler temalarını, aşırı mistik bir atmosfer içinde anlatan film sıkıcı ve kasvetli olmaktan kurtulamıyor.

Cannes festivallerindeki beş yarışma filmini de izlediğim Van Sant’ın ıslıklandığına ilk kez tanık oldum. Oscar’lı Matthew McConaughey’e, Oscar adayı Naomi Watts’a, karizmatik karakter oyuncusu Ken Watanabe’ye yazık olmuş.