Semaver Kumpanya, ‘Haliç’in Öte Yanında Tiyatro’ diyerek, Ekim 2012’de, şehrin merkezinde toplanan kültür-sanat etkinliklerini Işıl Kasapoğlu’nun önderliğinde Kocamustafapaşa’daki Çevre Tiyatrosu’na taşıyalı 15 yıl olmuş. Tiyatro sevgi ve saygısından, toplumsal ve sanatsal bakış açısından, ilerici tiyatro anlayışından ödün vermeksizin, sponsor ve finansör desteği olmadan, sadece makul fiyatlarda bilet satarak ayakta kalınan, bilinçli ve üst düzey metinlerin seçimiyle birbirinden ilginç, öncü, ayrıksı, hemen hepsi birer tiyatro olayına dönüşmüş 15’in üzerinde oyunun sahnelendiği 15 koca yıl.
Semaver Kumpanya’da sadece oyun sahnelenmiyor. Bir yandan eğitim merkezi olarak çalışıyor, bir yandan Karina Cheres önderliğinde kukla ve kukla oyunları yaparak bu geleneği yaşatma uğraşı veriyor, bir yandan da salonunu sanat merkezi olarak kullanıyor. Oyundan önce bir köşesinde gencecik bir delikanlının ustaca piyano çaldığı, çok zengin bir tiyatro kütüphanesi içeren fuayesine girmek bir kitap kurdu için çok heyecan verici.
Kasapoğlu’nun ‘Halk için Tiyatro’ prensibinden hiç şaşamamış olan Semaver Kumpanya,15. senesine yedi farklı oyun ile giriyor. Moliere’in Cimri, Aristofanes’in Kuşlar, Jordi Galceran’ın Metot ve Melih Cevdet Anday’ın İçerdekiler oyunlarının yanına Seray Şahiner’in yazdığı Nihal Yalçın’ın oynadığı tek kişilik Antabus’u da koyarak, repertuarına Hakan Tabakan’ın ‘Mağrur Fil Ölüleri’ ve Herman Koch’un romanından uyarlanan ‘Akşam Yemeği’ adlı iki yeni oyunu da katıyor.
Sahnelenmekte olan son çalışmaları ele almadan önce, Metot’un, 8, 17 ve 18 Şubat’ta; Cimri’ninse, 25 ve 26 Şubat’ta, İçerdekiler ve Kuşlar’ın da martta izlenebileceğini hatırlatayım.
‘Mağrur Fil Ölüleri’
Fil sonunu hissedermiş…Yola düşermiş…Bazen günlerce gidermiş, içindeki ölümü bırakacağı en uygun yeri arayarak…Bu genellikle bir tepe olurmuş, bazen dev bir kaya. O ihtişama uyacak bir yer…
Fil yalnız ölündüğünü bilir. Orada bir başınadır. Artık kimseler yoktur…
Semaver Kumpanya’da, 15. yılının ilk yeni oyununun, Hakan Tabakan’ın yazmış olduğu Mağrur Fil Ölüleri’nin dünya prömiyeri 25 Kasım’da yapıldı.
Edebiyat, sinema, tarih tutkunu Tabakan Adana Kolejinde on, öğretmenlikte yirmi yılı geride bırakmış bir eğitmen. Kendisi gibi hayatında kitaba özel yer açanlarla bir buluşma noktası oluşturmak amacıyla çocukluğundan bu yana okuduğu 5 bin kitabı açtığı sahaf dükkânına taşıyan gerçek bir kitap kurdu.
Mağrur Fil Ölüleri, tiyatroyla iç içe yaşayan, öğrencileriyle oyun sahneleyen, yazdığı bazı oyunlar Devlet Tiyatrosu arşivine alınmış Tabakan’ın, bildiğim kadarıyla profesyonel bir toplulukça sahnelenen ilk oyunu.
Oyunu sahneye koyan 1973 İstanbul doğumlu Volkan M. Sarıöz, Kumpanya’nın en eskilerinden. 2000 yılında Işıl Kasapoğlu’nun asistanlığını yapmaya başlamış, Kumpanya’ya 2002’de katılmış; topluluğun bünyesinde çok sayıda oyun sahnelemiş. Devam etmekte olan Mağrur Fil Ölüleri, İçerdekiler ve Kuşlar yönettiği son oyunlar.
Dramaturjisini Bilgesu Kasapoğlu’nun üstlendiği Mağrur Fil Ölüleri, evli bir çiftin 1969’un yılbaşı akşamı yaşadıkları üzerinden çift olmanın zorluklarına ışık tutarken, toplumsal ve siyasal düzenin bireyin yaşamına olan etkilerini de tartışan bir oyun. Yönetmeninin bir söyleşideki şiirsel ifadesiyle, “Oyun iki kişi hakkında. Yine de insanlık gibi kalabalık. Ama sessiz, içine çekilmiş bir insan kadar da sade. Pek çok şey oluyor. Sanki hiçbir şey olmamış gibi. Ölüm gibi bir oyun galiba.”
Cahit ve Belkıs üniversite yıllarında tanışmış evli bir çifttir. Belkıs yılbaşı gecesini ailesiyle birlikte geçirmeyi planlamıştır. Cahit ise evde kalıp, geceyi Belkıs’la baş başa geçirmek istemektedir. Belkıs dışarı çıkmak konusunda Cahit’i ikna etmeye çalışırken eve, içinde ne olduğu ve kimin gönderdiği bilinmeyen ağır, koca bir sandık getirilir. Bu gizemli sandığı açmak giderek çift için heyecanlı bir oyuna dönüşür. Kutunun içindekini keşfetme arzusuyla başladıkları oyun, çiftin hayatlarını, ilişkilerini, ailelerini tartıştıkları bir hâle dönüşecek, yıllarca halının altına süpürülmüş her şeyin ortalığa saçılmasına sebep olacaktır…
Tabakan, fonda 12 Martları, 12 Eylülleri doğuracak toplumsal olayları inceden inceye duyumsatırken, ilişki denen zorlu olayı sürdürebilmek için katlanılanları, kabullenilenleri, suskunlukları, gerçekleri göz ardı edişleri oya gibi işleyen, yarım yüzyıl ötesinden günümüzü yansıtabilen çok sağlam bir metin yazmış. Bütün olayların satırlar arasında, bilinç ve bilinçaltında geçtiği tamamen bireysel bir öykü üzerinden, çarpıcı bir toplumsal mesajı, slogan atmadan, bağırıp çağırmadan kısık sesle, neredeyse fısıldayarak aktarıyor.
İzleyici salona girdiğinde, kostümleri de tasarlamış olan Başak Özdoğan’ın müthiş ayrıntılı dekoruyla karşılaşıyor. Cahit’in çalışma bölümü, masası ve kitapları, ‘doğu batı sentezi’ sucuklu salamlı tostunu fiilen hazırlayacağı açık mutfak ve oturma köşesi bütün detaylarıyla gerçekleştirilmiş. Radyosundan, 45’liklerine, dışarıda yağan yağmura kadar her şey düşünülmüş. Sema Öztaş’ın ışıklarının ve Sibel Altan’ın seslerinin desteğiyle, kendimizi 1970’lerin başında buluveriyoruz. Oyun ilerledikçe, bu yoğun dekorun amacının Sezin Bozacı ile Sarp Aydınoğlu’nun müthiş yorumunu tamamlamak, daha da gerçek kılmak olduğu anlaşılıyor.
“Çok iyi oynanmış” iki kişilik oyunlara biraz mesafeli bakarım. “Sonuçta oyuncusun, bu görevin, kötü oynamak diye bir lüksün olamaz. Yaptığın öyle göklere çıkarılacak bir iş değil, tabii ki çok iyi oynamak zorundasın” diye düşünenlerdenim. Ama Sarp ile Sezin’inki bambaşka bir şey. Onlar, Belkıs’la Cahit’i oynamıyorlar, yaşıyorlar; o geceyi gerçekten o mekânda geçiriyorlar. Konuşuyorlar, cilveleşiyorlar, tartışıyorlar, gülüyorlar, ağlıyorlar, tostlarını yerken bile dolu ağızla konuşmaya devam ediyorlar. O kadar doğallar ki, izleyici kimi zaman ikilinin mahremiyetine girmişçesine tedirgin bile olabiliyor.
Ve 110 dakika soluk soluğa izleyen, gözleri o dokunaklı finalde Belkıs ve Cahit’le birlikte yaşaran seyirci, ayağa fırlayarak onları uzun uzun alkışlıyor. Epizodik taşıyıcı rollerinde çok başarılı İbrahim Barulay ve Uğur Senkeri’yi de unutmadan.
Çok güzel bir metin; benzersiz, olağanüstü bir yorum. Yılın en iyi oyunlarından.
10 - 11 Şubat 20.30, 19 Şubat 15.30 Çevre Tiyatrosunda. Mutlaka izleyin.
‘Antabus’
“Ben, Leyla Taşçı. Bir kamyonetin arkasında tanıştım İstanbul’la. Derme çatma bir evde yaşadım, küçük yaşta çalışmaya başladım. Evlat oldum, kardeş oldum, eş oldum, anne oldum. Kendimden başka her şey oldum. Ben, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde denk geldiğiniz binlerce kadından biriyim... ‘hayatımı yazsam roman olur’ derler ya, öyle... Valla...”
Profesyonel tiyatro sahnesine ilk kez adım attığı geçtiğimiz tiyatro mevsiminde, fazlasıyla hak edilmiş Afife Jale En İyi Kadın Oyuncu Ödülünü Seray Yalçıner’in Antabus’u ile almış olan Nihal Yalçın, oyunu bu sezon boyunca Çevre Tiyatrosunda yorumlayacak.
Nihal Yalçın, Seray Yalçıner’in adını alkolü bırakmak için kullanılan bir ilaçtan alan ve Türkiye’de kadın olmanın zorluğunu, kadınlara reva görülen zulmü anlatan kitabını okuduğu günden beri sahneye taşımayı istemiş. Yalçın, ailenin ev alabilmesi için bir dikim atölyesinde çalışmaya zorlanan, patronunun tecavüzüne uğrayan, sevdiği adam tarafından kandırılan Leyla’nın bilindik öyküsünü, sahnede tek başına anlatıyor.
Yaşananların ortaya çıkmasıyla para karşılığında hiç tanımadığı, durmaksızın içki içip kadını döven bir adamla evlendiren, cinselliği zorla yaşadığı kocasından çocuk sahibi olan Leyla’nın trajik öyküsü bize fazlasıyla tanıdık gelen, ama ne yazık ki fazlasıyla da duyarsızlaştığımız bir hikâye.
Oyunu yöneten İlham Yazar’ın en büyük kozu tabiî ki, kadının sevgiye tutunarak ayakta kalabildiğini, eril yapı sevgisizliğin şiddetini herkese yönelttiğini için, sevgi gösterince zayıf, beceriksiz kabul edilen erkeğinse bir şiddet ve zulüm sarmalında kaybolduğunu söyleyen Nihal Yalçın. Dizi izleyicisi olmadığımdan o yönünü hiç bilmediğim oyuncuya ‘Yeraltı’ ve ‘Araf’ filmlerinde hayran olmuştum. Tiyatroya geçişi daha da başarılı. Bir iki dekor elemanıyla, çıplak bir sahnede sadece sahneyi değil, salonun tamamını kullanarak, girer girmez seyirciyle müthiş birebir iletişim kurarak, sesi, yüzü, bedeni ve ruhu ile Leyla’ya dönüşerek, fiziksel tiyatroyu da, hikâye anlatıcılığını da aşan, interaktif bir yorumla öyküsünü izleyicileriyle paylaşıyor.
Yönetmen-oyuncu ikilisi Leyla’nın baba dayağından koca dayağına, patron tecavüzünden koca tecavüzüne yolculuğunu aynen Seray Yalçıner’in öyküsündeki gibi, acılı değil mizahi bir dille izletiyor. Çünkü Nihal Yalçın’ın belirttiği gibi, “Leyla hayatla dalga geçmeyi bilen, mizahi yanı olan bir kadın. Bu kadar acıya ve zulme maruz kalan bir insan başka türlü yaşayamaz çünkü. İnsan acısına gülmeyi öğrendikten sonra tekrar hayatta kalmayı becerebiliyor, Leyla’nın becerisi bu.”
Tokat gibi bir oyun. Anlatılacak değil, yaşanacak bir deneyim. Tiyatromuzun kazandığı olağanüstü bir yeni oyuncuyu izlemek de cabası.
Mevsimin olmazsa olmazlarından. 9,15,24 Şubat’ta Çevre Tiyatrosunda. İyi seyirler dilerim.
****************