Kalbi Egeli kendi Bursalı… Gülünce kocaman gülen, son yazdığı ve oynadığı Olanlar Oldu filminde kendini oyuncak ayıya benzetmekten bile gocunmayan bir başka barışık insan… Tek kişilik, çok sesli bir koro Ata Demirer.
Kendisi ile son filmini, bir yıldır hâlâ kapalı gişe oynadığı gösterisini ve hayatı konuştuk. O kadar renkliydi ki bir an röportaj yaptığımı unuttum ve kendimi Ata Demirer’in bir stand-up gösterisini izlerken buldum.
Nasılsın? Filmle ilgili keyfin yerinde mi?
Yerinde valla. Filmin bazı yerleri vardı; o yerler benim hissettiğim gibi hissedilir mi diye merak etmiştim. Endişem yoktu gerçi ama daha fazlası hissedildi; bu da beni çok mutlu etti. Benim için çok şifreli cümleleri vardı filmin; "Aşksız geçen günlerimi ömürden saymıyorum" gibi. Bunlar çocukluğumdan hatıralarımdı. Sonra, film ağırlıklı teknede geçti ve çok fazla deniz ruhu olan bir iş oldu. Bizim de millet olarak çok fazla denizci olmadığımız söylenir, ama yine bir şekilde deniz suyu bulaşıyormuş insanlara. Sosyal medya üzerinden, Türkiye’nin her yerinden, sürekli filmle ilgili olumlu yorumlar geliyor. Film Ege’de geçmesine rağmen sadece bir Ege filmi olarak algılanmamış, bu durum inanılmaz hoşuma gidiyor.
Benim izlediğim seansta çok fazla çocuk da vardı. İlgi ile seyrettiler.
Ne güzel! Çocuklar bir şeyi severse o iş aslında sıra dışıdır. Çünkü o yaşlarda çok dürüstüz, sonra zamanla bozuluyoruz. O çocuk hali kolay kolay dürüst olmayan bir şeyi kabullenmez.
Bir arkadaşım film için “Çok beylik bir hikâyesi var, bildiğimiz aşk filmi” dedi.
Haklı olabilir kendine göre. Neden biliyor musun, neye alıştırıldığın çok önemli. İlginç bir şey yok içinde. Ne olmalı mesela? Mafya? Silahlar mı patlasın? Evet sade bir film. Ama sadeyi anlatmak en zoru bence. Filmlerde aslolan duygu. Komik de, dram da, macera da, bilim kurgu da olsa duygu çok önemli. Mesela ‘Arrival'ı seyrettin mi? Duygusu olan ve duygularla işleyen bir bilim kurgu; çok enteresan bir filmdi. Bence bir filmin iyi olup olmadığını belirleyen tek şey duygusu. Ondan sonra görselliği, yazım kalitesi, oyuncuların mahareti, yani diğer elementler geliyor. Duyguyu da bir filme Frankenstein'ı yaratan doktorun hamleleri gibi, içine birazcık koyayım diye koyamazsın. Bir şey yazarken kendin keyif alıyorsan, senin gözlerin doluyorsa ya da gülüyorsan işte bu bire bir seyirciye geçiyor.
Filmde, kadın olan Döndü karakterini de sen oynuyorsun. Oyuncu olarak sana göre bu rolün en büyük zorluğu neydi?
Damak! Yaşlı görünmek için bir şeyler yapmam gerekti. Aklıma Marlon Brando’nun Baba filminde rivayet edilen o hareketi geldi. Peçeteyi damağıma koysam yankları biraz şiş göstersem nasıl olur diye düşündüm. Hakikaten çok iyi oldu. Suzan Kardeş yanımdaydı; “Bunu profesyonel bir malzeme ile yapalım, kağıtla olmaz” dedi. Dişçilerin kullandığı macunlardan kullandık. İlk günler feci yara oldu ağızım, sonra alıştım. Bir de sonuçta erkeksin, bazen sopa gibi durduğum oluyordu. Hakan Algül “Kadın ol, kadın ol” diye uyarıyordu. Göğüslerimin çok güzel olduğunu düşündüm ve bu düşünce bana bir esneklik ve zerafet verdi. Yine gençliğimde çok güzel bir kadın olduğumu düşündüm ve bunu yansıtmaya çalıştım. Döndü karakterini o kadar iyi tanıyorum ki gerçek hayatımda! Bozcaada’daki tatlı teyzelerin tümü o karakter. Pasaport kontrolü gibidir bu karakter, tatile geldin mi illa onların kontrolünden geçeceksin. "Neden geldin, ne zaman geldin, ne kadar kalacaksın?" soru yağmuruna tutarlar, meraklıdırlar yani. Bu duruma da yıllarca çok gülerdim. Ana karakterin annesi olarak onu tercih ettim.
Peki yazarken bu teyzeyi oynamak var mıydı aklında?
Tabi tabi! Yıllardır aklımdaydı ama hep erteliyorduk. Ben aslında sadece Zafer Kaptan’ı oynayacaktım. Kaptan karakterini de gazinoda yaptığım bir espirinin içinden çıkarmıştım. Seyircinin karaktere ilgisinin çok olduğunu gördüm ve bunu yapayım dedim. Sonra “Bunun annesini de ben oynayayım” dedim.
“REBETİKO MÜZİĞİNİ VE YUNANCAYI TEKNE RADYOLARINDAN ÖĞRENDİM”
Filme konu olan bir Rumca şarkı var. Bu senin keşfin miydi? Bir hikâyesi var mı?
‘Mia istoría’ yani ‘Bir hikâye’. Hep kendi telefon repertuvarımdan buluyorum onları. Beğendiğim ve indirdiğim şarkılar. Filmdeki şarkı sevdiğim bir rebetiko olsun istedim. Adam da denizci zaten, benim de çocukluğum denizde geçti, babam kaptanlık da yaptı. Ben rebetiko müziğini ve Yunancayı tekne radyolarından öğrendim ve çok sevdim. Kuşadası’nda büyüdüğüm için Samos’u çekerdi radyo. Bu rebetiko şarkının da sözleri çok güzeldir; onun için kullanmak istedim.
‘Olanlar Oldu’ filminin neredeyse tümü deniz üzerine kurulu. Nereden geliyor bu deniz aşkı?
Çocukluğumdan geliyor.
Yengeç burcusun, ondan mı acaba?
Aa inanıyor musun burçlara? Çin takvimine göre de fareyim; “Bu peynir tutkusu nerden geliyor diye soran yok.” Çinli olsaydık böyle soracaktın. Şaka bir yana çocukluğumdan beri ben denizi görünce yelkenleri indiriyorum. Ufacıktım ağlardım mesela; Bursa’dan Mudanya'ya giderken deniz göründüğünde çıldırırdım. Sebebini bilmiyorum ama özellikle suyun altına dalmayı çok seviyorum. Balıkları kovalamayı, onlarla yüzmeyi, midye çıkarmayı… Herhalde çok da hikâye okudum çocukken: Define Adası, Jules Verne’ler, Gizli Yediler, Afacan Beşler, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah falan. Onlar da insanın hayal gücünü körükleyen şeyler. Deniz canavarları falan, bayılırım öyle hikayelere.
Bir filmde senaryo ötesine ne kadar dahil oluyorsun?
Film yönetmenindir. Hakan Algül bizim reisimiz ve harika bir yönetmendir. Tüm film kariyerimi onunla yaptım. Hakan Algül’le biz, hem ağabey kardeş gibiyiz -Coen Kardeşler kadar olmasa da şaka bir yana- hem de ikiz beyin gibi çalışıyoruz. Eksiklerimi Hakan Ağabey tamamlıyor, benim de bazı tavsiyelerim olabiliyor. Bizler kollektif çalışmaya inanan insanlarız. Yazım aşamasından öncesi de dahil sohbetler tamamen iletişime dayalı oluyor. Sonra o beni bırakıyor, “Sen bir yirmi-otuz sayfa yaz, sonra tekrar konuşalım” diyor, böyle çalışıyoruz.
“NE YAPARSANIZ YAPIN, BANA BULAŞMAYIN”
Tuvana Türkay’ın oynadığı Aslı karakterini çok sevdim. Cast’ı nasıl yaptınız?
Tuvana çok yetenekli bir oyuncu. Mesela Ülkü Duru, Hakan Algül’ün aklına geldi. Benim aklıma gelmemişti ama bayıldım bu seçime. Yılmaz Erdoğan’ın bir lafı var sevdiğim, “Senaryoyu senarist yazar, cast’ı Tanrı yapar” diye, hakikaten öyle oluyor. Mesela Tuvana’nın seçimi de öyle oldu. Annemin seçimi o. Biz başka bir oyuncuyu düşünmüştük, fakat düşündüğümüz ismin dizi çekimi erken başladığı için onunla çalışamadık. Annem dedi ki, “Dizide bir kız var, ben çok beğeniyorum.” “Allah allah, kim bu kız” diye baktım, “Bizimkiler araştırmıştır” diyorum içimden. Hakikaten görüştüğümüz isimler içerisinde olmadığını gördük ve iletişime geçtik. Seçmelere geldi, senaryoda olan bir şarkıyı (İncirler Olana Kadar) söyledi, bayıldık. Hem fiziksel olarak çok güzel, hem yetenekli, hem de müzisyen. Müzisyen olması çok önemliydi benim için çünkü, müzisyenlerin ritm duygusu çok kuvvetlidir, bu da demektir ki senaryoda verdiğin bir lafı sekmeden söyleyebilir o ritimle. Ya da rolle ilgili düzeltmeleri de çok kolay yapabilir. Ritm duygusu mizahta da herşeydir. İlk okuma provasında da başarılı oldu ve filmi iyi bir yere götürdü.
Canlandırdığın karakterlerin ortak noktası nedir?
“Ne yaparsanız yapın, bana bulaşmayın” der hepsi. Hüseyin de böyledir, Ayhan Kaplan da böyledir, Rıza da böyle. İşlerinde de iyilerdir aslında. İyi klarnet çalar, iyi kaptandır, iyi boksördür -en azından bir zamanların- ve ortak şeyleri şudur; bana bulaşmayın, ben işimi yapayım derler. Mutlaka bir şeye bulaşırlar, biz de mizahı oradan çıkarıyoruz zaten. Ben neden hep böyle bir karakteri yazıyorum diye düşündüm, çünkü ben böyleyim. Bana bulaşmasınlar diye düşünürüm hep. Çünkü ben zaten kendi kendine yeterince sorun çıkartan bir adamım, kendi arzularım ve savrulmalarımla başa çıkıyorum. İşimi iyi yapmaya çalışan bir insanım. O da başkalarına bağlı biliyorum ama bu bağlantının bir yerde kopması gerekiyor ki sen mutlu ol, huzurlu ol. Tüm karakterler, işlerini iyi yapan kapalı tipler. Tuhaf biçimde az konuşur hepsi. Ben de çok fazla konuşmam mesela.
Naif, eski, güzel Türk filmlerini hatırlatıyor ‘Olanlar Oldu’. Senaryoyu yazarken böyle bir çıkış noktan oldu mu? Sen en çok hangi eski filmleri beğeniyorsun?
Yeşilçam ana akım sinemayı çok seviyorum. Formülleri bilinen, komedi filminde de rotası belli sevgiye dayanan, çok fazla karakterlerin kolpa ile uğraşmadığı, hepsinin iyilikle meseleleri çözmeye çalıştığı, güzel mesajları olan filmler çünkü hayat böyleymiş aslında. Filme bilerek yansıtmasak da öyle yetiştik biz. Bir ‘Gül Yabani'yi seyretmez misin hâlâ. Hababam Sınıfı mesela, komik bir filmdir. Ama Mahmut Hoca kalp krizi geçirince de ağlarsın. Ana akım böyle bir şey işte, hayata çok fazla bezer. Hayatta hiçbir zaman sürekli gülmezsin, mutlaka dramatik bir şey de olur. Gala gecesi köpeğim kalp krizi geçirmiş ve ölmüş; eve gelince öğrendim. Bütün o kahkahaları, o harika basın toplantılarını üç - dört gün boyunca düşünemedim bile. Hayat da öyle işte. O yüzden gülerken gülelim, hiç sesini çıkarma Etel’cim.
Nerede yaşıyorsun bu aralar?
Çok büyük bir zaman dilimini Ege’de geçiriyorum. Onun dışında da sert kış koşullarında ve iş zamanı İstanbul’dayım. Özellikle sert kış koşullarında Bozcaada'dan şehre gelmek çok zor oluyor ama her fırsatta kaçıyorum.
Neler var gelecekte?
Biraz toprak gibi kendini de nadasa ayırmak gerekiyor. Çok ortalıkta gözükmeyen adamları seveceksin Etel’cim. Çok ortalıkta oldun mu bir şey üretemezsin zaten. Ne zaman “O adam ne yapıyor, yok ortada” diye düşünsem üç dakika sonra mutlaka müthiş bir iş yaptığını görüyorum. Şimdi film var, gazino var; bahar geçsin ne yapmışız diye bir bakacağız.
“TÜRK MÜZİĞİ FİNALİNE GİRİP BATI MÜZİĞİ HOCASINI TAKLİT EDEREK SINIF GEÇTİM”
Bir yıldır kapalı gişe oynayan bir gösterin var, Ata Demirer Gazinosu. Neler var bu gazinoda?
Gazino yapıyorum ama konsept daha önce yapılan bir şey değil. Tek kişilik gazino. Değişken solistler var, bütün solistler benim. Aralarda komiklik yapan adam da benim. Hiç durmadan iki saat boyunca bir sürüklenme yaşıyoruz seyirci ile. Biz burada hayali bir gazino yaptık. Seyirciyle birlikte neredeyse her şarkıda dünyanın başka bir ucuna gidiyoruz; Yunanistan, İtalya, Latin Amerika... Bu bir gazino ve gazinoda tek şarkıcı olmaz. Dolayısıyla ben de seslendirdiğim her eserde, başka bir karaktere bürünüyorum. Sık yapılan ve çok kolay bir iş değil. Taklit yapmakla bitmiyor; aynı zamanda başkalarının sesinden de şarkı söylemek gerekiyor. ‘Büklüm Büklüm’, ‘Her Şey Bitmiştir Artık’, ‘Caruso’, ‘Ta Mavra Matia Su’, ‘Dos Gaardenias’, ‘Ormancı’, ‘Mecesina’, ‘Son Mektup’ ve fazlasını seslendiriyorum. Sahnede bana Taşkın Sabah yönetiminde bir orkestra ve zaman zaman dansçılar eşlik ediyor.
Şarkı söylemek, oyunculuk, yazarlık! Birden çok yeteneğin var. İlk ne zaman ve nasıl sıradışı biri olduğunu farkettin?
Çocukken! Şişman bir çocuk olduğum için beni çok dışlardı arkadaşlarım. Galiba biraz da bu duruma son vermek için gözlemleme yeteneğim gelişmiş olabilir. Taklitlere başlamıştım. Öğretmenin taklidi, mahalledeki kabadayı çocuğun taklidi, bekçi taklidi, bakkal taklidi falan derken bu sefer çevrem tarafından kabul görmeye, hatta star muamelesi görmeye başladım. O zaman farkettim ki yeteneklerim var. 80’lerden bahsettiğimiz ve Bursalı olduğumuz için bizde aile yönlendirmesi çok daha farklı yöneydi. Beni erkek lisesinin matematik bölümü gibi korkunç zor bir bölüme verdiler. Ben de berbat bir öğrenciydim. Ne yapacağım diye düşünürken, hani bir insanla tanışırsın hayatın değişir durumu vardır ya; Nebil Ağabey vardı benim hayatımda, Bulgaristan göçmeni bir berber. Beni farketti. Ufak bir müzik grubu vardı, beni düğünlere götürmeye başladı. Sesim de vardı. Alkış almanın ne kadar müthiş birşey olduğunu keşfettim. Konservatuvarı kazanıp, bir-iki sene müzik okudum. Orada iş iyice çığırından çıktı tabi; Türk Müziği finaline girip Batı Müziği hocasını taklit ederek sınıf geçtim. Orada da rahmetli Gökhan Semiz (Grup Vitamin) ile tanıştım. Beni teşvik ettiler, gel şarkımızı seslendir, klibimizde oyna diye. Barlarda kısa gösteriler yapmaya başladım. Sonrasını biliyorsun zaten.