Bu hikâye, genç bir adamın gözüyle anlatılmış, bir Holokost öyküsüdür.
Polonya… Tehditkâr, karanlık, çok kötü şeylerin yaşandığı bir ülke. Yolları savunmasız ölülerin mezar taşlarıyla döşenmiş bir ülke. Masumların külleriyle bereketlendirilmiş, habis kötülüklerin unutturulmaya çalışıldığı, ama her zaman hatırlanacak olan bir ülke…
Kötülüklere göz yummanın, kötücüllüğün suretlere yapıştığı habis damga! Eğer ben bu ülkeyi ziyaret edeceksem, bu; Yahudilerin yerle bir edilen gururunun, bu kederli ve masum insanlara iade edilmesini istemek için olmalıdır. Nazilerin insanlık dışı bir biçimde, masumları nasıl kurban ettiklerini görmek içindir.
Gurur; ilk önce onların komşularına gözlerimi kızgınca dikmek ve orada hiçbir şey yapmadan oturup olanlara göz yumuşlarını yüzlerine vurmak içindir. Seyirci kaldıklarını yüzlerine haykırmak içindir. Sadece bakışlarımla, ağzımdan çıkabilecek milyonlarca sözü, onların kafasından aşağı boşaltabilmek içindir.
Ama şu anda, yazılmamış sözcüklerin büyük sessizliğini yaşıyorum.
Güneş ışınları arabamızın üzerinden dans ederek geçiyor. Yol boyunca taze biçilmiş otların kokusu burnumuza doluyor. Uzaklarda leylek yuvaları var. Leylekler, hasat sonrası yola dökülen tahıl taneciklerini iştahla atıştırıyorlar. Tarlalardan taze gübre kokusu yükseliyor. Daha bir yıl evvel külüstür olan yollar, Amerika’nın desteği sayesinde düzgün karayolları haline gelmiş.
Varşova yeniden inşa edildikten sonra, artık yollarda yepyeni Mercedesler ve parlak renkli sarı otobüsler göz alıyor. ‘Kültür Kulesi’ belli belirsiz şehrin ufuklarında göze çarpmaya başladı. Bu bina sanki günümüzde unutulmak istenen bir birleşmenin ‘piç’ çocuğu gibi. Stalin’in Polonyalı vatandaşlarına armağan ettiği ruhsuz ve tuhaf bir yapı. Her sokağın köşesinde, eski ile yeninin gülünç birlikteliği göze batıyor.
Yepyeni, pırıl pırıl alışveriş merkezleri ile ihtiyar Babuşkaların (büyükanne), evlerinin kapıları önünde kovalar içinde sattıkları yaz çiçekleri zavallı bir tezat teşkil ediyor. Tekerlekli el arabası ile inek sütü satan, yorgun ve yaşlı sütçü bu caddede eğreti bir figür gibi kalıyor.
Şimdi kendimi büyükannemin köyü olan Sieradz’a giden yollarda buluyorum. Buraya Varşova’dan gidilen virajlı bir yoldan ulaşıyoruz. Oldukça sakin bir yer.
Tercümanımız (shibitzzed), yanımıza yaklaşan yaşlı bir çifte savaş dönemini bilen biriyle konuşmak istediğimizi söyleyince, tembel bir öğleden sonra güneşinin altında dar bir sokakta ilerlemeye başlıyoruz. Yaşlı adam ilerideki bir evi işaret ederek zile basıyor. Evden çıkan ihtiyar bir adam arzumuzu duyunca konuşmaya başlıyor. Konuşurken ağzıyla tükürükler saçıyor. Ağzındaki tek dişine gözüm takılıyor: “Onlar geldiği zaman, Yahudileri sürüler halinde küçük bir gettoya tıkıştırdılar. Dış dünya ile irtibat kurmaları ve ticaret yapmaları yasaktı.” Bu anlattıklarını ve gettolaştırmayı daha önce defalarca duymuştum. Ama adam ardından zorlukla yutkundu ve ‘final aktion’ (Nihai Çözüm) operasyonunu anlatmaya başladı: “Aslında hepimiz kötü değildik. Yahudilere yardım etmeye çalışıyorduk” derken nefesi daraldı ve gözünden bir damla yaş süzüldü.
“Orada, kasabanın tam merkezindeki meydanda duran, bu gördüğünüz kırmızı kilise var ya, işte bir gün, gettodaki bütün Yahudileri bu kiliseye sokup kapılarını sıkıca kilitlediler.” İhtiyar adam gözlerini eliyle sildi ve burnunu çekti:
“Bu kapılar tam 15 gün boyunca kilitli kaldı. İçerideki Yahudilerin çığlıkları, feryatları, su için yalvarışları, günlerce bütün kasabanın içinde çınladı durdu. 15 gün sonra Naziler kapıları açtıkları zaman, dışarıya iğrenç bir koku yayıldı. Dışkı ve ceset kokusu… Kokular ve ölü bedenler dehşetin grotesk bir tablosu gibiydi. Aniden kilisenin kapısından dışarıya 7-8 yaşlarında bir erkek çocuk çıktı. Sendeleyerek ilerliyordu.” İhtiyar adamın yüzü ölü gibi bembeyazdı ve artık hıçkırıklarla, sarsıla sarsıla ağlıyordu: “Bir Nazi subayı, soğukkanlılıkla oğlana yaklaştı, onu bacaklarından kavradı, o sırada oradan hızla geçmekte olan askeri cipin tekerleklerinin altına fırlattı...”
Dönüş yolunda, arabamız şiddetle esen bir rüzgâr eşliğinde ilerlerken, geçirdiğim günü düşünmeye başladım. Yavaşça büyükannemin komşularına boş yere kızdığıma karar verdim. O insanların zayıflığı ve benim kendi insanlarımın 70 küsur yıl önce gösterdikleri edilgen davranışlarının bende yarattığı yakıcı utancın uçup gittiğini hissettim.
Onun yerine benim bu küçük erkek çocuğunun hikâyesini ve feci sonunu, insanlara tekrar tekrar anlatmam ve hatırlatmam gerektiğini kavradım.
Bu çocuğun ve diğer 6 milyon Yahudi’nin, eşi benzeri olmayan sonlarının gerçeğini devamlı olarak anlatmanın gereğini ayrımsadım. Bu isimsiz küçük erkek çocuğun feci sonunun hep anlatılmasının şart olduğunu… Onun için her zaman Kadiş okunması gerektiğini…
Not: Bu hikâye Rabbinical College of America mezunu Rav Yosef Lewis tarafından anlatılmıştır. Lewis ayrıca, Fransa, İsrail ve Kanada’da da rabinik eğitimler almıştır.
AUSCHWITZ’Lİ KIZ
1945 yılının başlarında Rus Kızıl Ordusu Auschwitz Ölüm Kampına yaklaştığı zaman, Naziler kampı tahliye etmeye başlamışlardı. Mahkûmlar Almanya’ya doğru uzun bir yürüyüşe zorlanmıştı. Bu yürüyüş daha sonra tarihe ‘Ölüm Yürüyüşü’ olarak geçecekti. Naziler yürümekte zorlananları, hasta düşenleri, ateş edip öldürüyorlardı. Bu yolculuk boyunca tahminen 15 bin kişi hayatını kaybetmişti.
Bu yolculuktan sonra hayatta kalabilen ve Frankfurt-On-Oder yakınlarındaki Neustadt Glewe kampına ulaşanların arasında genç bir kız vardı. Bu kamp aslında bir çalışma kampıydı, ama kız çok hastaydı. Hastalığı tahminen tifüs olmalıydı. Çok yüksek ateşi vardı. Ayakta duramıyordu ama çalışmaya zorlanıyordu. Barakalardan sorumlu olan Yahudi bir kadın onu revire göndermeye karar verdi. Eğer revirde hasta olduğuna dair bir rapor verilirse, çalışmaktan muaf tutulacaktı. Baraka ile revirin arasında sadece üç baraka kadar uzaklık olduğu halde, genç kız oraya tam iki saatte varabildi. Ateşler içinde yanıyordu. Zayıflıktan bir deri bir kemik kalmıştı. Revire vardığında gördüğü manzara karşısında şoka girdi. Hastalar yarı ölü bir biçimde portatif karyolalara çırılçıplak yatırılmışlardı. Hastalar oraya getirildiklerinde o kadar pis ve perişandılar ki, üzerlerindeki paçavraya dönmüş, kirli giysileri çıkartılıyor ve yataklara çıplak olarak yatırılıyorlardı. Elbiseler ise dışarıda yakılıyordu. Kızın üzerinde her nasılsa sonradan bulduğu temiz bir forma vardı. Kız kendi kendine çırılçıplak olarak bu barakada bir dakika bile duramayacağını düşündü ve orayı terk etti. Temizce olan formasını kaybetmek istemiyordu. Geriye dönüp yine saatlerce süründükten sonra eski barakasına geri döndü. Amacı tek serveti olan giysisini kurtarmaktı.
Baraka sorumlusu onu gördüğü zaman, onu tekrar revire göndermeden önce, orada uzanıp dinlenmesine izin verdi. Kız artık kıpırdayacak gücü kalmadığı için, kadının sözünü dinledi, uzanıp kendinden geçti. Kısa bir süre sonra baraka sorumlusu onu kaldırdı ve revire gitmesini söyledi. Çünkü Naziler barakada yatıp kalmış olan mahkûmları oracıkta vurup öldürüyorlardı.
***
Bir aydan kısa bir süre sonra müttefikler oraya gelince, genç kız özgürlüğüne kavuştu. Hayatta kaldı, evlendi, çocukları oldu, torunları oldu, hatta torun çocuklarını bile gördü.
Bu kız benim annemdir. Perel Schulkind. O hâlâ yaşıyor ve hâlâ çok çok iyi.
Not: Bu hikâye Perel Schulkind’in kızı Chaya Silberberg tarafından anlatılmıştır.
Chaya Silberberg Michigan’daki Chabat Tora Center’da 1975 yılından beri öğretmen, konferansçı ve yazar olarak hizmet veren bir din bilginidi. (Rebetzin)