“19. yüzyıl Batı Avrupa toplumu çöken bir toplumdur” der Nietzsche. Aydınlanma çağına felsefik hakimiyetine rağmen Nietzsche’nin bu vurguyu yapması; tekerrür eden kültürel çöküşlerin anlaşılması için, önemle incelenmesi gereken bir durumdur. Nietzsche, bahsettiği topluma ait bireylerin kültürlü olmalarının mümkün olmadığını ancak, “kültürlü rolü” oynandığını belirtir.
Derinlemesine baktığımızda anlarız ki, Nietzsche bu ifadeleri ile sadece kültüre vurgu yapmaz. Bir yandan da moderniteye yıkıcı bir eleştiri getirir.
Dönemin Batı Avrupa toplumuna bu değerlendirmeyi yapmasının detaylarını Nietzsche, “Çöküntünün asıl kaynağı, insanın doğal yanından, içgüdülerinden olabildiğince uzakta durmasıdır. Kişi karşı koyma gücünü yitirdiği için sadece sürüklenmektedir. Ayakta kalabilme çabası içerisindeki modern insan, bu karmaşada kendi kendini unutturacak yeni yollar arar” cümleleri ile anlatır.
Bu ifadeler ışığında Nietzsche’de trajik bir kavrayışın sağladığı bilgelikle, yaşamın olumlanması düşüncesinin merkezi bir yere sahip olduğunu söylemek mümkün. Çünkü o gerçek kültürü arayan bir düşüncenin üretimi ile bu eleştirileri getirmiştir.
Peki, her akılda başka, her ağıza başka şekil aldığı yanılgısına düşülen kültür nedir?
Asıl olan soru bu ve asıl olan anlaşılası gereken ise kültür.
*
Kültür tarihseldir, toplumsaldır, gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerlerdir, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsüdür. Aslında bugünü yaratan her şeydir.
Doğrudan; bir elden çok, düşüncenin de dokunabilen bir olgu olduğu bilinci ile kültürü; ‘insan elinin değdiği her şey’ olarak da ölçülendirebiliriz aslında. Hatta bu ifade ile ölçüsüzleştirip sınırlarını da kaldırırız bir bakıma. Sosyolojik olarak kültür; bizi saran, insanlardan öğrendiğimiz toplumsal mirastır. Tanım anlamında derinleşme ve sığlıklar yaşansa da kültür bizim ve biz de kültürün parçası konumundayız.
Oluşum süreci insanla yaşayan ve gelişen bir zaman paralelliğinde de olsa ve kendiliğinden gibi de görünse, oluşmasını ikili bir sürece bağlayabiliriz.
Birinci süreçte insan pasif ve alıcı konumdadır. Belli bir coğrafi çevrede yaşar, beslenme ve barınma ihtiyaçlarını orada giderir. Doğayla kurulan bu öncül ilişki, yani ihtiyaçları doğrultusunda edindiği bilgi, dili, davranışları, maddi üretim ve tüketim aletleri kültürün yaratılmasında birinci evre olarak karşımıza çıkar.
İkinci aşamada ise insan alıcı konumdan çıkar ve üretmeye başlar; yani yaşadığı çevreye etkin ve aktif bir güç olarak katılır. Yaşadığı çevreyi, içine doğduğu gibi yaşamaktan çok onu dönüştürmeye başlar. (Bu süreç ilk aletlerin yaratılmasıyla sınırlı olarak başlayıp Neolitik Çağ’la birlikte hız kazanmıştır.)
Kültür birikimle birlikte ivmesi artan bir toplumsal yapı bileşenidir. Giderek her nesil miras aldığı kültüre maddi ve manevi bir katkı yapar ve onu kendinden sonrakilere miras bırakır.
Coğrafyalar, kavimlerin, ırkların, toplumların; üzerinde yaşamalarını önemsemeksizin zamanın uzun soluklu tünellerinden geçerler. İki kavim, iki ırk ya da toplum arasında zaman olsun olmasın, birinden diğerine geçerken taşınabilen tek şeyin kültür ve/veya kültür varlıkları olduğu temel gerçektir.
***
Bizlerin de, üzerinde yaşadığımız yurdumuzda, kavmi eğilimler ve milli temalara kilitli kalmadan; kültür varlıkları yaratmaya ve çağın şartlarını gözeten üretimlere eğilim göstermeye ihtiyacımız vardır.
Farkı duygular, farklı düşünceler, farklı tercihler içerisinde de olunsa, bunun normalliğini anlamak ve toplumun, bu farklılıklar toplamı olduğu gerçeğine ulaşmak gerekir. Çünkü yarınlara bırakacağımız, yüzlerce yıl sonraya ulaştırabileceğimiz kavramlar arasında milli veya kavmi kavramlar yoktur ama kültür vardır.
Uzun yüzyıllar sonrasında ‘biz buradaydık’ diyebilmenin gücü, var kalmaktan bile daha başattır.
Bunu sağlamak devletlerin olduğu kadar, bilinçli