Ağzından çıkan kelimeleri, kendinden çok, eğilimini oluşturan tüm öğelerin ve prematüre bir habitusun gölgesinde kalarak ifade eden, negatif diyalektik yakınlıkduyarlarının (sempatizanlarının) artışına tanıklık eder bir tarihin yazılmasına tanık olan, talihsiz bir neslin parçası da olsak, en genel anlamı ile ‘toplumsal alan’ımıza küsemeyiz.
Çünkü varlığımız, toplumsal varlığımızı oluşturan en temel öğedir. Varlığımızın sağlıklı devamlılığının, –‘sağlıklı devamlılık’ ifadesini ütopik (hayali) olduğunu bile bile ve üzüle üzüle yazmama rağmen- eleştirilmeye kapandıkça, eskiden olan iç dikta belirlemelerle oluşan yapısını dışa yansıtmaya başlayan başat eğilimlere taban tabana karşı olmama rağmen; özgür iletişimin ‘ideal tipi’ ile ifade edilebileceğine inancımı yitirmedim.
İyi bir toplum, olgu ve kanaatlere serbestçe ulaşılabilmesi ile görü ve bilincin gelişmesine, insanların gerçekten gördüklerini, bildiklerini ve hissettiklerini ifade etmelerine bağlıdır. Bireysel katkı özgürlüğünün herhangi bir şekilde sınırlandırılması, toplumun kaynaklarının sınırlandırılmasıdır.
Özellikle siyasal iletişimin özgürlükleri alanından ‘ideal tip’ nosyonuna bakarsak, bunu birkaç modelle anlatabiliriz.
Başat ve sürdürülebilirliğini yitiren sistemin gücünü koruma çabalarının iletişim aracılığı ile tutunma gayreti, sadece yöneten grupların talimatlarını içerir. Bu yaklaşıma en dehşet verici örnek, sistemin kendisi gibi düşünmediğini bildiği her adımı doğrudan ötekileştirmesi ve bu ‘ötekileştirme’ içine alınanların dışlanmasıdır. Bunu sağlayan enjeksiyon ise medyadır. Tarihte gördük ki, -nazariyede kalmış gibi dursa da- fiilen var olan sosyalizmin, kitle iletişim sistemleri vardır. Bu tür coğrafyalarda otorite, elektronik olarak kodlanan mesajların iletimini ve yazılı medyayı, büyük ölçüde merkezi denetim altında tutmuştur. Bu da, sivil toplumda fikir ayrılıklarının ifade edilmesini kısıtlamıştır. Burada açıkça far edilir ki; Marksizm’in ekonomik alandaki mülkiyet ilişkileri vurgusu, devlet ve sivil toplum arasındaki ilişkilerin teoride ihmaline neden olmuştur.
Marksizm’in içindeki bu gerilim, pratikte, sivil toplumu devletle ikame etme eğilimine bağlanabilir. Keza, sendikalaşmanın araç olup, meclise kadar yol bağlaması, bir süreç olarak incelenmesi gerekir!
Diğer bir model olarak korumacı (veya giderek sözde korumacı) yaklaşımı ifade edersek, ‘yönetme hakkı’ iddiasından çok, koruma ve gözetmeyi hatta yol göstermeyi savunduğunu görürüz. Buna da basit bir örnekle, kamu yayıncılığının hükümet edenlerce yönetilmesini söyleyebiliriz. BBC televizyonunun ilk genel müdürü olan Lord Reith’in ‘daha fazla demokratik içerik’ dediği tam da budur. Ancak, toplumu kitle kültürü olarak gören bu anlayış üzerine bir de devletin yasaları ile yayın yaptıkça, ‘daha fazla demokratik içerik’ denen şeyin aslında, ‘belirleyicilerin demokrasisi’ olmaya dönüşür. Burada da örneğin, kamu yayıcısı yapının, atamaların ardından bütünlüklü değişime uğratılabiliyor olmasının incelenmesi gerekir!
Buna en yakın diğer bir model olarak elbette kültürü ticari, nesnelerini ise endüstri olarak niteleyen modeldir. Buna göre çoğul kültürel biçimlerin pazarda alınıp satılması belli bir miktar özgürlükmüş gibi görünür. Ancak kültür erozyonunu peşi sıra getirdiğinden, ideolojik kandırmalar yaratır. Burada da hiç kuşkusuz reklamcılığın incelenmesi gerekir.
Özellikle, interaktif denen ve kitlelerin sözde ‘katılımcı’ olduklarını sandıkları ama aslında aldatıldıkları bir pazardan tutun da, cep telefonumuza gelen reklâm içerikli kısa mesajlara kadar birçok öğeyi düşünürsek, bu modellere birçok yeni model daha eklememiz mümkün.
Ancak tümüne karşı durabilecek en önemlisini yazarak tamamlayayım.
Kültüre demokrasiyi katan bir model: Özgür iletişim için belli haklar, pazardaki patronaj etkisinden ve sermayenin kendisinden korunmalıdır. Kitle iletişimini sağlayan ileti yığını araçlarının demokratikleştirilmesi ve merkezileştirilmekten kurtarılmaları gerekir. Katılımcıların her biri ‘meydan okumaya ve eleştiriye’ açık olduğu sürece, açık ve demokratik ‘söz söyleme’ biçimlerinin bir sınırı olması gerekmeyecektir.
Bu tür bir özgür iletişim modelinin, ütopik olduğunu düşünmeniz mümkün. Ama sırf bu arı ütopya bile, topluluk ilişkileri ile bağları güçlendirmeye yetecektir. Enformasyonun serbest dolaşımının direkt ya da dolaylı devlet gözetiminden korunması gerekliliği de olmasına rağmen, yaşadığımız topraklar gibi, Babil kulesi bir yaşam alanında, bunu talep etmek bile lüks kalıyor.
Yaşam, zaman ve bilginin dansıdır. Bunların bilinmesini umut etmemiz ve beklememiz ile toplum olma gayretimiz, yüz yıllık yalnızlığımız gibi peşimizdedir.
* Babil kulesi: Büyük bir karışıklığın hâkim olduğu ve kimsenin kimseyi tanımayıp dinlemediği yer anlamında kullanılan semi-mitolojik bir deyimi.