!f İstanbul izlenimlerimize bıraktığım yerden devam ediyoruz.
1956 yılında İngiltere'nin Manchester kentinde doğan Danny Boyle, filmografisindeki bütün çalışmalarıyla sayısız ödül ve adaylık kazanmış bir yönetmen. Asıl ününü, John Hodge’un Irvine Welsh'in efsanevi romanından uyarladığı, sinema tarihinin kült filmlerinden ‘Trainspotting’ (1996) ile yapmıştı. (Trainspotting’in İngiliz Argosunda, uyuşturucu enjekte etmek için damar arama olduğunu hatırlatalım) Kendilerini uyuşturucunun anlamsızlığında kaybetmiş, işledikleri küçük suçlarla eroin parası bulmaya çalışan 20’li yaşlarındaki Mark Renton (Rent Boy), Sick Boy, Begbie ve Spud’un maceraları, kendine has mizahıyla sinemanın unutulmazları arasına girmişti. 21 yıl sonra aynı ekip devam filmi ‘T2 Trainspotting’i çekti. Arkadaşlarına ihanet ederek yaptıkları vurgunun parasını alıp kaçan ve Amsterdam’da düzgünce bir yaşam kurmuş olan Mark’ın dönüşüyle çılgın macera yeniden başlar. Rent Boy ve Sick Boy yaşlarını pek göstermeseler de hepsi yaşam yorgunudur. Boyle birincisi kadar tempolu ve sert ikinci ‘Trainspotting’inde muhteşem psikopat kompozisyonu ile Begbie / Robert Carlyle’ı öne çıkarıyor ve filmi olmazsa olmaz bir yeni ihanetle bitiriyor. Birinciye layık bir devam filmi.
‘Buster's Mal Heart / Buster'ın Hasta Kalbi’ Colorado'da doğan Sarah Adina Smith'in ikinci uzun metrajı. Y2K problemiyle kafayı bozmuş dağ adamı Buster, aynı zamanda açık denizin ortasında kayıp bir adam ve eşi ve çocuklarıyla yaşayan Jonah’dır. Üç kişiliğin aynı bedende yaşadığı gizemli bir hikâye mi, yoksa kafasında üç ayrı insan yaşatan bir adamın paranoyası mı?
1982, Varşova doğumlu yönetmen Michal Marczak’a Sundance'te Dünya Belgeselleri dalında En İyi Yönetmen Ödülü kazandıran ‘All These Sleepless Nights / Uykusuz Her Gece’, şehrin sokaklarında hiç durmadan dolaşan, içinde yaşadıkları ânın keyfini sonuna kadar zorlayarak, uyumakta olan bir dünyada uyanık olmaya çalışan 20'li yaşlardaki Polonyalı gençlerin portresini çiziyor.
Londralı yönetmen Ben A. Williams’ın ilk uzun metraj filmi, bir tiyatro oyunundan uyarlanan ‘The Pass / Pas ve Gol’, futbol dünyasının homofobik gerçekliğini ele alan ilk İngiliz yapımı. Tiyatro tadında, başarılı oyunculuklarıyla etkileyici bir film.
1974 doğumlu İsveçli sanatçı ve yönetmen Johannes Nyholm, engelli çocuklarla çalışma deneyiminden ve 4 yaşında gördüğü bir rüyadan esinlenerek çektiği ilk uzun metrajı ‘Jätten / Dev’de, otistik ve oldukça deforme bir bedene sahip Rikard’ın öyküsünü anlatıyor. Sımsıcak, hem gerçekçi, hem gerçeküstücü bir hikâye.
Anna Biller, klasik ve modası geçmiş film türlerini kullanarak yaşadığımız kültürdeki kadınlık rollerine dair söz söyleyen; feminist düşünceleri sinema estetiğinin ve görsel hazzın içine yerleştiren işleriyle tanınan bir yönetmen. Technicolor renkleriyle 60'lı ve 70'li yılların korku ve cinsel istismar filmlerinin görsel estetiğini kullanan ‘The Love Witch / Aşk Cadısı’, Viktoryen malikânesinde büyüler ve iksirler yaparak istediği erkekleri ağına düşüren güzeller güzeli genç cadı olan Elaine’in hayatının erkeğini bulmak çabalarına odaklanıyor. Son derece şaşırtıcı ve komik. Bilinçli yapay oyunculuklarıyla ‘La Maschera del Demonio’nun (1960 )güzeller güzeli Barbara Steele’inin parodisi için bile keyifle izlenmeye değer. Hızla bir kült klasiğe dönüşecek sanırım.
SON DERECE İLGİNÇ İKİ ÇİZGİ FİLM DAHA VAR
Japonya doğumlu Kanadalı yönetmen Ann Marie Fleming, ‘Window Horses / Camdan Atlar’da, animasyon ile şiiri zevkli ve özgün biçemde birleştiriyor.
Yazarlığını ve çizerliğini üstlendiği çeşitli çizgi romanlarıyla tanınan Dash Shaw'ın ilk uzun metrajı ‘My Entire High School Sinking into the Sea / Okulda Deniz Kazası’, sofistike çizimleri ve gerçekçi karakterleriyle, hem gençlik hem felaket filmlerine referanslar içeren ayrıksı ve etkileyici bir film.
Geçtiğimiz yılın büyük çıkış yapan filmlerinden biri olan ve Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar adaylığına göz kırpan ‘Tanna’. Hikâye, 80'lerde yaşanmış önemli bir olaya dayanıyor. Filmdeki kabile reisi, şaman, savaşçılar gibi roller ise, adalıların kendileri tarafından canlandırılıyor. Aynı kabileden olan Wawa ve Dain, aşklarıyla kabilenin geleceği arasında zorlu bir tercih yapmak zorunda kalıyorlar. Film her açıdan büyüleyici: muhteşem bir doğa, köy yaşantısının detayları, başroldeki ışık saçan gençler, kabile üyelerinin birbirleri ve doğayla kurdukları ilişkinin derinliği ve sıcaklığı, sizi günlerce etkisinde bırakacak.
Martin Butler ve Bentley Dean’in, Avustralya'nın 50 bin yıllık Aborjin tarihini anlatan ‘First Footprints’ (2013) adlı belgeselin ardından, Pasifik'teki Vanuatu adasında, senaryosu yerli halkla yapılan doğaçlama çalışmalardan çıkan ‘Tanna’ filmi Avustralya’nın Oscar adayıydı. Aynı kabileden birbirlerini seven iki gencin, kızın kabileler arası savaşı engellemek için, karşı bir kabileden biriyle evlendirilmesine karar verildiğinde yaşadıklarını, duygulu dokunaklı, biraz da National Geographic Channel tadında anlatan etkileyici bir çalışma.
1983, New York doğumlu Antonio Campos’un son filmi ‘Christine’de hırslı televizyon muhabiri Christine Chubbuck'ın, yüksek etik standartlarına, işine gösterdiği özen ve sevgiye karşın, yavaş yavaş iyi haberin sansasyon ve istismarla ölçüldüğü rating sisteminin karanlık dünyasına dalmasını anlatıyor. Campos, büyük bir titizlik ve keskinlikle hem 1970’ler dönemini hem de sinir krizinin eşiğindeki Christine'in ruhunun karanlık köşelerini gösteriyor.
!f’in en iyilerinden.
Bir !f İstanbul’un daha sonuna geldik. Hepinize iyi seyirler.